top of page
Musician

DERVIŞIN ZIKRI HABER DERGİSİ'NE HOŞ GELDINIZ

Sevdiğiniz Her Şey Tek Bir Yerde

Çapa 1

Ulusal Cephe Adında Bir Nazi Örgütü Var Türkiye'de. 25 Yaşında TSK'dan Ayrılan Bir Genç Liderleri. 

O gencin oğlunuz olduğunu düşünün. Harb OKulu'nda okumuş, sonra bırakmış (TSK'nın AKP'nin arka bahçesi olduğu gerekçesiyle) ve örgüt kurmuş. Gelmiş size de söylüyor. Biraz da durumunuz iyi, ortalamanın biraz üzerinde ekonomik durumunuz var. Size anne ben TSK'dan ayrıldım, örgüt kurdum; nazi... diyor. Baban kim senin diye sorarım. Hala aynı evde miyiz? Bir iş bulmasını öğütlerim. Örgütte kararlıysa evi terk ederim babasıyla yaşasın. Bu büyük mizah. Oğlunun TSK'dan teğmen olunca ayrılması, sana örgüt kurdum demesi ve nazi örgütü kurması üstelik örgüt olarak. Üstelik cep haçlığıyla nasıl örgütlendiğini merak ederim. Nazi olmak için poligonda atışlar vs. Kaçakçı olup olmadığını sorarım. Para nereden geliyor, benim verdiğim harçlık mı? Ülke çapında internette örgütlüler ama birtakım olaylara da katıldılar. Yaşları da 18-20 arası. 

(İlgili haber: https://serbestiyet.com/featured/ozel-haber-ulusal-cephe-lideri-neo-nazi-degil-nasyonal-sosyalistiz-ordu-ak-partinin-arka-bahcesi-oldugu-icin-ayrilma-karari-aldim-179618/)

Bu Hafta'nın 3.Sayı'sı

Hayat Mevat İçinde Nazi'ye Rastlamak

İttihatçı Kör Ali İhsan Bey ve Mesleki Temsil Programı

1. Türkiye’de mesleki temsil olarak bilinen korporatist düşünce, ilk olarak I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru İttihat ve Terakki içerisindeki bir grup tarafından siyasal bir örgütlenme biçimi olarak savunulmuştur. Korporatist bir meclis düzenini öngören mesleki temsil düşüncesi İttihat ve Terakki içerisinde ilk olarak (Kör) Ali İhsan Bey (İloğlu) tarafından dile getirildiğinde parti yöneticilerince değerlendirilmeye layık bulunmamış ve Ali İhsan Bey parti yönetimince dışlanmıştır.

İttihat ve Terakki ve Meslek Cemiyetleri

1. Balkan Savaşı’nın çıkmasıyla beraber tüm unsurlarla İmparatorluğu bir arada tutma özlemleri uygulanamaz olmuş, böylece İttihat ve Terakki iktidarı “Müslümanı gözeten, Anadolu’ya yönelen, Türk’ü ön plana alan” bir ekonomi politikasına yönelmiştir. Bundan sonra ülke ekonomisi yönlendirilecek, “Müslüman kayrılacak, Türk’e ayrıcalık tanınacaktır”. İlk olarak Selanik’te kurulan İttihat ve Terakki, Balkan Savaşı sonunda Selanik’in elden çıkmasıyla, İstanbul’a yerleşmiştir. İstanbul’da dayanabileceği bir taban arayan İttihat ve Terakki bu kentte önemli bir konuma ve ağırlığa sahip olan esnaf kesimi ile bağlantı kurmuştur. Zaten İstanbul’da ekonomik faaliyetlerin yürütülmesi esnafla iletişimi gerektirmektedir. Esnaf karşısında İstanbul tüccarı kozmopolittir ve İttihat ve Terakki’nin benimsediği ‘milli iktisat’ politikasıyla bağdaşmamaktadır. Böylece İttihat ve Terakki giderek Müslümanlaşmış ve esnaftan yana ağırlığını koymuştur. İttihat ve Terakki kısa sürede çeşitli esnaf gruplarını kontrolü altına almış, İttihat ve Terakki’nin özellikle İstanbul örgütü uzun süreler boyunca esnaf cemiyetlerine dayanmıştır. Esnaf cemiyetleriyle İttihat ve Terakki arasında organik bağ kurulmuştur. 

2. Cemiyetlerin başına İttihatçı kâhyalar atanmış; İttihat ve Terakki için gereken fedailer esnaf arasından seçilmiştir. Tüm II. Meşrutiyet yılları boyunca İttihat ve Terakki benimsemiş olduğu uluslaşma süreciyle, ilişki kurduğu esnaf örgütleri arasında uyumlu bir bağ kurmaya çalışmıştır. 1910 yılında kabul edilen Esnaf Cemiyetleri Talimatnamesi ile kurulan esnaf cemiyetleri giderek korporatif bir yapı kazanmaya başlamıştır. İttihat ve Terakki’nin esnaf cemiyetleri ile kurduğu bağ o derece organiktir ki, İttihat ve Terakki I. Dünya Savaşı yıllarında İstanbul’un temel kaygısı olan gıda sorununu bu cemiyetler aracılığıyla çözmüştür.

3. 25 Şubat 1910 tarihli “Esnaf Cemiyetleri Talimatnamesi” ile kethüdaların görevlerine son verilmiştir. Bu talimatname doğrultusunda küçük esnaf, Şehremaneti denetimi ve cemiyet çatısı altında örgütlenmiştir. Bu talimatnamenin yayınlanışından I. Dünya Savaşı’nın ilk yılına kadar, İstanbul’da elli esnaf cemiyeti kurulmuş, söz konusu esnaf cemiyetleri, bir üst düzeyde kurulan Esnaflar Cemiyeti’nin bünyesinde 

toplanmıştır.

4. İttihat ve Terakki Osmanlı esnaf geleneğini çağdaşlaştırarak tekrar canlandırmaya çalışmış, bu bağlamda da Ahilik ve Fütüvvet üzerine eğilmiştir. İttihat ve Terakki genel merkez üyesi Ziya Gökalp, esnaf örgütlerinin tarihsel gelişimiyle yakından ilgilenmiştir. Esnaf örgütlerinin evrimi ve Ahi kurumlarının incelenmesi için Ankara’ya araştırmacı yollanmıştır.

5. İttihat ve Terakki’nin kendisine toplumsal taban bulmak amacıyla esnafa yönelmesi ve bu meslek grubunu korporatizan olarak adlandırılabilecek bir biçimde örgütleyerek, bu örgütlerle sistematik-organik bir ilişki kurması, benimsemiş olduğu korporatif-organik öğeler içeren ekonomi politikasıyla da tutarlıdır. İmparatorlukta Müslüman kesimin liberal ekonomik politikalardan darbe yiyerek çöküşü, Türk milliyetçiliğinin ekonomik alanda liberalizm karşıtı öğeler içermesine yol açmıştır.

6. Batı kapitalizminin İmparatorluğu liberal ekonomik politikalar doğrultusunda yarı sömürge durumuna getirmesine tepki olarak “milli iktisat” politikası gündeme gelmiştir. Bu bağlamda Toprak’ın belirttiği gibi gerek Türk ulusçuluğunun gelişiminde, gerekse de Türk ulusçuluğunun ekonomik boyutu olan milli iktisat politikasının oluşmasında organik bütünselliği vurgulayan Alman Romantizmi’nin önemli etkileri olmuştur. 19. yüzyılın başlarında İngiltere ve Fransa’ya oranla geri bir ekonomik yapıya sahip olan Almanya’da, Fichte, Gentz, Müller ve List gibi düşünürlerin etkisiyle, devletin bir organizmaya benzetilerek bütünsellik içerisinde görüldüğü, liberal ekonomik kurama ters düşen, dışa kapalı ulusal bir ekonomik yapı ortaya atılmıştır.

7. İttihatçıların ulus modelini Alman Romantizmi’ndeki bu organik bütünsellik oluşturmuş, benimsenen milli iktisat politikası da Müller’den Schmoller’e uzanan romantik Alman iktisat geleneği’nden esinlenmiştir. Böylece milli iktisat politikası doğrultusunda devlet ekonomik yaşama doğrudan katılmıştır.

8. İttihat ve Terakki’nin gerek İstanbul’da esnafı örgütlemesinde olduğu gibi çeşitli meslek dallarını örgütleme girişiminde, gerekse de bu girişimlerinin temelini oluşturan ve milli iktisat olarak adlandırılan ekonomi politikasında, korporatif/organik bir takım unsurlar bulunmasına rağmen; güdülen amaç korporatif bir düzenin kurulması değil, asıl olarak ulusal bir devletin ve ekonomik yapının oluşturulmasıdır. Şüphesiz ki İttihat ve Terakki içerisinde daha önce değinildiği gibi korporatizmi savunanlar bulunmaktadır ve benimsenen milli iktisat politikasının düşünsel yönü ve gerektirdiği uygulamalar, korporatist düşünceyi ve uygulamaları dışlamamaktadır. Ancak o dönemde İmparatorlukta başat olan çelişki, korporatist bir çözümü gerektirecek ulus içi sınıfsal bir çelişki değil, uluslaşma sürecine yeni girmeye başlamış ve dağılmakta olan bir imparatorlukta sınıfsal çelişkilerle de örtüşen ama asıl olarak etnik ve dinsel biçimde kendisini hissettiren ulusal bir çelişkidir. Dolayısıyla da siyasaların belirlenmesinde, uluslaşma korporatistleşmenin önünde yer almaktadır. Bu durumda İttihat ve Terakki’nin esnaf cemiyetlerini örgütleme girişimini, korporatist bir sistemin parçası olarak değil, sadece korporatif ya da korporatizan bir uygulama olarak değerlendirmek gerekmektedir.

(Bkz: https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezSorguSonucYeni.jsp)

Selçuklu'dan Osmanlı'ya  Loncalar ve Meslek Örgütlenmeleri Genel Giriş

1. Selçuklu'nun son döneminde Ahilik teşkilatı kurulmuştur. Fütüvvet ilkesine dayanır bu Ahilik sistemi ve fütüvvet babayiğitlik demektir. Aynı sistem Osmanlı'da da devam etmiştir.

2. 1838 tarihindeyse İngiliz-Osmanlı ticaret anlaşması, korumacılığı ortadan kaldırmış, yabancı tüccarların iç ticarete doğrudan katılmalarına izin vermiş, böylece zayıflamakta olan zanaatlara ağır darbe indirilmiş, lonca sistemi yıpratılmıştır.

3. Loncaların yerini Ticaret Odaları almıştır. 1870 yılından itibaren, önce yabancıların açtıkları ticaret odaları İmparatorlukta faaliyete geçmiştir. Avusturya-Macaristan, Fransa, İngiltere, İtalya, Yunanistan, Hollanda, A.B.D. ve Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’nda ticaret odalarını açan ülkelerdi. Yerli ticaret odası olan Dersaadet Ticaret Odası ise 1882’de faaliyete geçmişti. Ancak 19. yüzyılda kurulmaya başlanan bu yerli ve yabancı ticaret odaları kapitalist çağa özgü modern meslek örgütleri olmalarına karşın, meslek örgütü olmaları ve mesleki çıkarları gözetmeleri dışında korporatist bir nitelik taşımamaktadırlar. Zaten bu ticaret odalarının bir kısmı yabancılara ait mesleki çıkar örgütü olduklarından, ulusal bir korporatist yapının parçası sayılmamaktadırlar. Kaldı ki yerli ticaret odaları da korporatist ideoloji doğrultusunda bir amaç gütmemiş, o dönemde ulusal bir kapitalist ekonomi söz konusu olmadığından, sistematik korporatist örgütlenme ve ilişki biçimlerini geliştirememişlerdir.

4. 20. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden Cumhuriyet’in 1930’lu yıllarına kadar uzanan süreç içerisinde korporatif olarak nitelendirilebilecek gelişme veya girişimler, İttihat ve Terakki’nin esnaf cemiyetlerini örgütlemesi, Kör Ali İhsan Bey’in mesleki temsil programı ve İzmir İktisat Kongresi’nin toplanmasıdır.

(Bkz: https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezSorguSonucYeni.jsp)

İttihat ve Terakki ve Korporatizm

1. Korportaizm Osmanlı düşünce dünyasına II.Meşrutiyet'in ilanından sonra girmiştir. Bu arada 1908-1912 dönemi Osmanlı liberalizminin balayı dönemiydi demokratik atmosfer açısından. II.Meşrutiyet Dömeni'nde loncalar kaldırılır, serbest ticaret ve girişim için fırsat tanınır. Ancak kaybedilen savaşlar ve sermayenin gayr-ı Müslümlerin elinde oluşu gibi nedenler farklı arayışlara itmiştir aydınları. Sosyalizm az itibar görmüş, sağ merkezli korporatizm düzene yönelik eleştiri olarak yoğunlaşmıştı; lonca geleneğiyle Fransız korporatizminin bir birleşmesinden oluşan dayanışma olarak hayata girdi.  

2. Meşrutiyet sonrasında “ilm-i içtimai” ve “ilm-i servet” ders kitaplarında izlerine rastlanan, sonrasında I. Dünya Savaşı yıllarında çeşitli dergilerde üzerine yoğun tartışmalar yapılan ve başlangıçta “meslek-i teavün” olarak Türkçeye çevrilen solidarizm, genellikle “tesanütçülük” olarak bilinmekteydi. Sonrasında dil devrimiyle birlikte “bağlılık” olarak çevrilen solidarizm, günümüzde dayanışmacılık olarak çevrilmektedir.

3. Dayanışmacılığı Türkiye’ye getirenler Ziya Gökalp, Tekin Alp, Necmettin Sadık (Sadak), M. Zekeriya (Sertel), Yusuf Kemal (Tengirşenk) gibi İttihat ve Terakkici bir gruptur.

4. Korporatist düşüncenin Osmanlı-Türk toplumuna girişine değinirken, korporatizmin Türkiye’ye, Batı’dakinden çok daha farklı sosyo-ekonomik koşullar altında giriş yaptığını belirtmek gerekmektedir. Hatırlanacağı üzere Batıda korporatist düşünce, kapitalizmin belli oranda ilerleme kaydettiği, buna bağlı olarak da kapitalizme ve liberalizme özgü siyasal ve ekonomik bunalımların yaşandığı, sınıf çelişkilerinin başat çelişki haline geldiği ve işçi sınıfının belli bir ağırlığa sahip olduğu toplumlarda, ekonomiyi belli bir disiplin altına almak amacıyla gündeme gelmişti. Batıda kapitalist üretim biçimi eski düzene ait pek çok şeyi toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda değiştirmişti. Bu değişime tepki olarak, korporatist düşünce eski düzene ait olan bir takım mesleki örgütlenme ve ilişki biçimlerini, bunlara bağlı olarak belli bir ahlak anlayışını yeni koşullara uyarlamak amacını gütmekteydi. Oysa söz konusu dönemde Osmanlı-Türk toplumunun sosyoekonomik durumu korporatizmin savunulduğu Batı toplumlarından oldukça farklıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nda da pek çok şey değişmeye başlamıştı. Örneğin 19. yüzyılda esnaf ve zanaatkâr loncaları, Batıdaki gibi güç kaybetmeye ve yok olmaya başlamışlardı. Bunun nedeni, genişlemekte olan Batı kapitalizminin ürünleri karşında yerel zanaatkâr ve esnafın tutunamamasıydı. İmparatorluk şüphesiz ki kapitalistleşme sürecine girmişti, ancak bu Batıdaki kapitalistleşme sürecinden farklıydı. Batıda kapitalist üretim biçimiyle bütünleşmeyi başaran toplumlar, farklı özelliklerine rağmen kendi ulusal burjuvazilerini yaratmışlardır. Oysa Osmanlı toplumu, kapitalistleşme sürecine Batı kapitalizminin etkisiyle girmiş, ulusal bir kapitalizmi kendi iç dinamikleriyle sürdürebilecek bir ulusal burjuvaziye sahip olamamış, Batı kapitalizminin yarı sömürgesi haline gelmiştir. Yarı sömürge durumundaki İmparatorlukta burjuvazi olarak adlandırılabilecek kesimler ise, toplumun çoğunluğunu oluşturan ve yönetimi ellerinde bulunduran Müslümanlar değil, gayrimüslim ve yabancılardır. Bu durum ise Batıda, korporatist görüşlerin gündeme geldiği dönemin başat çelişkisi olan ulus içerisindeki sınıflar arası çelişki yerine, Osmanlı toplumunda sınıfsal özelliği bulunmasına rağmen içerisine etnik ve dinsel unsurlarında girdiği uluslararası bir çelişki biçimini almıştır. Bu durum, Osmanlı toplumunda kapitalizm ve liberalizmin getirdiği değişikliklere tepki duyan kesimler içerisinde, özellikle muhafazakârlarda, Batı’ya karşı tepki duymayı da beraberinde getirmiştir.

5. 19. yüzyıl sonunda Batı’da ortaya atılan korporatist düşünceler, kapitalist ilişkilerin yaygınlaşması nedeniyle bozulmuş olan eski düzenin yeniden kurulması üzerine odaklanırken; korporatizm Türkiye’de tartışılırken, zaten yaygınlaşmış ve başat konuma geçmiş kapitalist ilişkiler bulunmadığından, olmayan bu ilişkilerin ortaya çıkmasının engellenmesi gerektiği üzerine odaklanmıştır. Kansu’nun da belirttiği gibi, ‘anakronik’ biçimde, Türkiye’nin geri kalmışlığının nedeni olarak, ülke ekonomisinin 19. yüzyılın başında geleneksel ekonomik yapılarını terk etmesi gösterilmiştir.

6. Dayanışmacılıkla Türkiye’giren korporatist düşüncenin, bir birini bütünleyen iki farklı kavram ile ortaya konulduğu söylenebilir: Halkçılık ve meslekçilik. Türkiye’de korporatist düşünce, düşünsel alanda bir felsefe olarak ‘halkçılık’ kavramıyla; siyasal, ekonomik ve toplumsal alanda, örgütlenme biçimi olarak ‘meslekçilik’ kavramıyla dile getirilmiştir.

HALKÇILIK VE MESLEKÇİLİK

1. Toplumsal sınıfların ve sınıf çatışmalarının gereksizliğini savunan, sınıfsal çatışmalardan arınmış, toplumsal uzlaşma ve dayanışmayı öngören dayanışmacı düşünce, II. Meşrutiyet döneminin sonlarında, başta Ziya Gökalp olmak üzere yukarıda isimleri sayılan çevrece benimsenmiş ve halkçılık adı altında Türkiye’nin siyasal yaşamına sokulmuştur.

2. Meşrutiyet dönemi halkçılığının siyasal, ekonomik ve toplumsal olmak üzere üç boyutu bulunmaktadır. Siyasal boyutta halkçılık, ulus devletin kurulmasını ve siyasi bağımsızlığı amaçlamakta, bireylerin siyasal hak ve özgürlüklerini kabul etmektedir. Ekonomik boyutta halkçılık, uluslaşma sürecinde liberal ekonomi politikalarına karşı devlet müdahaleciğini önermektedir. Ekonomik halkçılık, bireyi ön plana çıkaran kapitalizmin neden olduğu sınıf çatışmalarını çözümlemeyi amaçlamakta, devletin izleyeceği sosyal politika ile sınıf çatışmalarını, toplumsal çarpıklıkları gidermeyi benimsemektedir. Bu nedenle ekonomik halkçılıkta bireysel kapitalizm yerine devlet kapitalizmi önerilmektedir. Toplumsal boyutta halkçılık, birbirleriyle çatışan toplumsal sınıflar yerine, uzlaşan meslek gruplarını benimsemekte, sınıf mücadelesini reddetmekte, çıkarların uyumlu hale getirilmesini ve dayanışmayı önermektedir. Toplumsal bağlamda I. Dünya Savaşı’nın son yıllarında gündeme gelen halkçılık, toplumdaki sınıf ayrımlarının yerine mesleki grupların geçmesini savunmakta, toplumu bir organizmaya benzetmekte ve meslek gruplarını bu organizmanın hayati işlevlerini üstlenmiş olan organları olarak algılamaktaydı. 

3. Halkçılık adıyla Türkiye siyasal yaşamına giren ve felsefi düzeyde toplumsal dayanışmaya zemin hazırlayan dayanışmacı korporatist akım, toplumsal örgütlenme aşamasında meslekçiliğe dönüşmektedir. Daha önce değinildiği gibi, Osmanlı lonca geleneği ile Fransız dayanışmacılığının bir bireşimi olan ve ülke yönetimini küçük üretici orta tabakaya yaslamayı amaçlayan meslekçilik, II. Meşrutiyet döneminin toplumsal çöküntüsüne karşı bir çözüm arayışıdır ve klasik iktisattan esinlenen Osmanlı liberalizmine bir tepkidir.

4. Toprak’ın da belirttiği gibi, dönemin ‘içtimai iktisat’ beklentileriyle Osmanlı loncalarına özgü mesleki dayanışmayı harmanlayan ve küçük üreticiliğin korunması gerektiğini savunan meslekçilik, dönemin ekonomik ve toplumsal sıkıntılarına karşı ahlaki bir takım çözüm önerileri ileri sürmektedir. Ahlak sosyolojisinden esinlenen meslekçiliğe göre, imparatorluğun çöküşüne neden olan şey ahlak bunalımıdır. Bu bağlamda Gökalp ve çevresindekiler gibi meslekçilere göre, I. Dünya Savaşı’nın ekonomik alanda yarattığı çöküntüye bağlı olarak istifçiliğin, karaborsacılığın prim yapması, tüccarın aşırı fiyatla mal satışı, yani spekülatif yöntemlerle elde edilen aşırı büyük kazançlar, ülkedeki yoksulluğun yanı sıra savaş zenginlerinin oluşması, memurların yasa dışı yollarla ticarete atılması hep ahlak yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Bahsedilen bu çarpıklıkların kanuni düzenlemelerle engellenmesi olanaklı değildir. Söz konusu ekonomik kargaşa belli bir örgütlenmeyle ve güçlü bir kontrol aracıyla önlenebilirdir.

5. Meslekçilerin bahsettikleri örgütlenme, mesleki esasta örgütlenme, yani korporasyonlar veya esnaf örgütleridir; güçlü kontrol aracı ise, belli bir ahlak anlayışı, özellikle de meslek ahlakıdır. Bu görüşlerin, Batı’da korporatist düşüncenin önemli isimlerinden olan Durkheim ve Duguit’nin görüşleriyle koşutluğu gözlerden kaçmamaktadır.

AKTİF ROL OYNAYAN KORPORATİZM'DE ZİYA GÖKALP

1. Ziya Gökalp’in korporatizmi savunan düşüncelerinde, 19. yüzyıl Avrupası’nda savunulan korporatist düşünce akımının ve bunun içerisinde de özellikle Durkheim’ın sosyolojik düşüncesinin belirgin etkileri görülmektedir. Ziya Gökalp korporatist düzen yönündeki görüşlerinden ilk defa, 1915 yılı başlarında, ‘İslam Mecmuası’nda bahsetmiştir. Durkheim’ın sosyolojisinden etkilenen Gökalp, Fransız sosyologun korporatist eğilimlerini geleneksel Osmanlı lonca sistemiyle sentezlemiştir.

2. Durkheim’dan esinlenen “Gökalp’e göre, toplumların evriminde sınıflı toplumları meslek devri izleyecektir. Sınıf devri, siyasal halkçılığın, diğer bir deyişle siyasal demokrasinin egemen olduğu bir dönemdir. Türkiye tarihinde Tanzimat ve Meşrutiyet bu dönemleri simgeler. Meslek devrinde ise siyasal halkçılığın yok edemediği “iktisadî tabakalar” ortadan kaldırılır…” Böylece toplumda, toplumsal halkçılık başat olur.321 Fark edilebileceği gibi, Gökalp’in benimsediği bu toplumsal evrim modelinde, sınıf devri, yani siyasal demokrasinin başat olduğu, ancak sınıfsal kutuplaşmanın da belirgin olduğu kapitalist liberal bir aşamanın varlığı belirtilmekte, bu aşamanın bir başka aşamaya geçilerek aşılacağı beklentisi vurgulanmaktadır.

3. Çağdaşı olan Avrupalı birçok korporatist eğilimli düşünür gibi, Gökalp de liberal kapitalist toplum modelini eleştirmektedir. Gökalp’e göre, çağdaş Batı uygarlığı ve aynı zamanda toplum bilimleri, artık liberal kapitalist toplum modeliyle ve bunun ekonomik ve siyasal örgütlenişiyle özdeş değildir. “Liberalizmin bireyi, piyasa mekanizmasını ve temsili parlamenter demokrasiyi öne çıkaran klasik teorisi artık eskimiş” ve çağdışı kalmıştır.322 Sosyalist ve komünistlerin özel mülkiyeti kaldırmalarını da doğru bulmayan323 Gökalp, bunlar karşısında benimsemiş olduğu dayanışmacılığın “içtimai halkçılık” olduğunu söylemektedir. Buna göre dayanışmacılık, siyasal demokrasinin siyasal alanda gerçekleştirdiği eşitliği, ekonomik alanda uygulamaya çalışmakta, ekonomik alanda sınıfların (ya da en azından sınıf savaşımlarının) kaldırılmasını amaçlamaktadır.

4. Avrupalı dayanışmacıların da yaklaşımlarına uygun biçimde, bireycilikle toplumculuk arasında bir çelişki olmadığını savunan Gökalp, her iki kavramı da birbiriyle uzlaştıran dayanışmacılığı benimsemiştir. Gökalp’in düşüncesinde dayanışmacılıktan esinlenen halkçılık “kişi özgürlüğüyle toplumsal adaleti, özel mülkiyetle toplumsal mülkiyeti uzlaştırmayı amaçlar”. Devlet toplumsal hayat içerisinde yer alarak, düzenleyici ve yönlendirici olmalıdır. İşte bundan dolayı da toplumsal mülkiyet zorunlu olmaktadır.324 Ancak toplumsal mülkiyetin zorunlu olması bireysel mülkiyetin reddini gerektirmemektedir. Buna karşılık varlığı kabul edilen bireysel mülkiyetin geçerliliği belli şartlara bağlıdır. Duguit’in belli bir hukuk kuralının geçerliliğinin toplumsal dayanışmaya hizmet etmesine bağlı olduğunu ileri sürmesini hatırlatırcasına, Gökalp de özel mülkiyetin toplumsal dayanışmaya yararlı olduğu ölçüde geçerli olduğunu ileri sürmektedir. Toplumsal dayanışmaya yararlı olmayan özel mülkiyet “yasal” sayılmamaktadır. Bireysel mülkiyet toplumsal mülkiyetle birlikte ele alınmalıdır.325 Böylece Gökalp Avrupa’daki çağdaşı olan dayanışmacıların yaptığı gibi, bireysel mülkiyeti kabul ederek kapitalizmin dışına çıkmamakta, toplumsal dayanışmaya zarar verebilecek olan özel mülkiyeti yasal saymayarak kapitalist sisteme sınırlama getirmekte, toplumsal mülkiyeti kabul ederek de devlet müdahalesi aracılığıyla kapitalist ekonomiyi düzenleyici mekanizmaları devreye sokmaktadır.

5. Gökalp benimsemiş olduğu dayanışmacılığın, Türkler için de en iyi sistem olduğunu söylemekte, bunu da tarihsel ve kültürel gerekçelerle temellendirmektedir. Gökalp’e göre “Türkler, özgürlük ve bağımsızlığı sevdikleri için, ortaklıkçı (iştirakçi-komünist) olamazlar. Fakat eşitliği sevdiklerinden bireyci de kalamazlar. Türk kültürüne en uygun olan dizge solidarizm, yani dayanışmacılıktır (tesanütçülük)”.

6. Durkheim’ın, sanayi toplumunun gelişmesiyle eski yapının giderek gücünü kaybettiği, bölgesel ayrımların önemsizleştiği, yan yana konulmuş bölgelerden oluşan toplumlar yerine geniş bir ulusal korporasyon sistemi oluşturulması gerektiği yönündeki görüşlerinden esinlenen Gökalp, Türk toplumunun evrimini bu modele uygun olarak görmüştür. Gökalp “Türk ulusunun camia toplum (camiavî cemiyet) türüne mensup olduğunu, gelecekte korporatif toplumlar (hey’î cemiyet) arasında yer alacağını savun(maktadır). Camia toplum, kentlerde toplumsal işbölümü sonucu esnaf korporasyonlarından oluşmuş, yerel derebeylerin egemenliğinden kurtularak kendi kendini yönetmeye başlamış, aynı zamanda derebeyine karşı merkezi otoriteyle birleşmiş bir ‘millet’ türüdür. Korporatif toplum türünde ise toplumsal yapı başkentte ulusal nitelikte, hiyerarşik biçimlerde örgütlenmiş esnaf korporasyonlarından oluşur.” Gökalp’in düşüncesinde “Her iki toplum modeli de loncalar üzerine kurulmuştur. Ancak camia toplumunda loncaların etkinliği yöreseldir. Bunların eylem alanı camia ile sınırlıdır.” Korporatif toplumlarda ise korporasyonların etkinliği yerel düzeyden çıkmış, ulusal düzeyde bir kapsayıcılığa ulaşmıştır.327 Kısaca Gökalp’e göre, dayanışmacılık hem Türk toplumuna en uygun sistemdir, hem de zaten benimsemiş olduğu toplumsal evrim modeli açısından da, Türk toplumu korporatist bir düzene doğru evrilecektir.

7. Ziya Gökalp, sosyolojik açıdan toplumu çözümlerken, dayanışmacı görüşün esinlenmiş olduğu organizmacı toplum görüşünü benimsemiştir. Bu doğrultuda Gökalp, üç tür toplumsal grup bulunduğunu dile getirmektedir. Bu gruplar: “Aile toplulukları, siyasal topluluklar, uğraş (meslek) toplulukları(dır). Bunlar arasında en önemli olan siyasal topluluklardır. Çünkü siyasal bir topluluk, kendi başına yaşayan bağımsız ya da yarı bağımsız bir kuruluştur. Aile topluluklarıyla uğraş toplulukları ise, bu kuruluşların parçaları, bölümleri niteliğindedir. Yani, siyasal topluluklar birer toplumsal organizmadır; aile toplulukları bu organizmanın hücreleri, uğraş toplulukları da organları gibidir. Bundan dolayıdır ki, aile ve uğraş topluluklarına ikincil topluluklar adı verilir”.328 Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi Gökalp, her bir parçanın bir diğerinin varlığı için gerekli olduğu, parçalar arasıdaki uyumun, işbirliğinin ve dayanışmanın bütünün varlığını sağlayabileceğini savunan organizmacı toplum anlayışını benimsemiştir.

8. Gökalp organizmacı toplum anlayışı doğrultusunda, her ulusun toplumsal işbölümüne bağlı olarak çeşitli meslek kollarına ayrıldığını belirtmektedir. “Mühendisler, doktorlar, müzisyenler, ressamlar, öğretmenler, yazarlar, askerler, avukatlar, tüccarlar, çiftçiler, fabrikatörler, demirciler, marangozlar, dokumacılar, terziler, değirmenciler, fırıncılar, kasaplar, bakkallar v.b. Bu topluluklar birbirine gereklidirler ve gereksinim duyarlar. Birbirlerine yaptıkları hizmetler, buna karşı duydukları gereksinimler bir tür dayanışma değil midir?”.329 Gökalp, bahsettiği bu uğraş ya da meslek alanları arasındaki dayanışmanın güçlenmesi için, söz konusu uğraş topluluklarının bütün ülkeyi kapsayan ulusal örgütler biçiminde örgütlenmesi gerektiğini vurgulamaktadır.330 Gökalp’in bahsettiği mesleki örgütlenme eski dönemlerde yerel bir nitelik taşımaktaydı. Her kentin esnaf loncaları (uğraş dernekleri) kendine özgüydü. Düşünürün “bucak ekonomisi” dönemi olarak adlandırdığı bu dönemde loncalar yararlı işlevleri yerine getirmelerine karşın, bucak ekonomisinden ulus ekonomisine geçildiğinde bu loncalar yararlı olmak yerine zararlı olmaya başlamışlardır. Bunlar yerine, ulusal ekonomi döneminde, ulusal loncaların kurulması gerekmektedir.

9. Öyleyse merkezleri, devlet merkezinde olmak üzere ulusal meslek dernekleri kurulmalıdır. Örneğin belli bir meslek dalında uğraşanlar, her kentte kendi meslek dallarının derneğini kurmalıdırlar. Bu derneğin başına da, eski loncaların yönetiminde olduğu gibi bir şeyh ya da kethüda değil, genel yazman geçirilmelidir. “Her kentte bütün derneklerin delegelerinden bir merkez kurulu kurarak buna İş Borsası adını vermeli”dir. Bu borsanın görevi o kentteki tüm derneklerin ortak işlerini görmek ve o kentin ekonomik yaşamını düzenlemek olmalıdır. Yerel düzeydeki bu örgütlenmenin yanı sıra, ulusal düzeyde örgütlenmeye gidilmelidir. Yine belli bir meslek dalında uğraşanlar, her kentte kendi dallarıyla ilgili dernekleri kurulduktan sonra, bunlar arasında bir birlik (federasyon) kurulmalı ve başkentte o meslek dalının federasyon genel merkezi olmalıdır. Buna koşut olarak başkentte, bu genel merkezlerin seçtikleri temsilciler toplanarak, bir tür dernekler üst birliği (konfederasyon) kurarak, bu konfederasyonun genel kurul üyelerini seçmelidirler. Böylece tüm meslek kuruluşları, düzenli bir ordu gibi birleşebilirler. 

10. Sonuç olarak “Gökalp, ekonomik gelişimin son evresi olarak gördüğü “milli iktisat” dönemini ulusal düzeyde örgütlenmiş esnaf korporasyolarının yönetimiyle noktalar. Milli iktisatta, cemaat ile şehir ekonomileri kaynaşır. Oluşturulacak bir “milli iktisat nezareti”, ulusun bir ekonomik organizmaya (uzviyeti iktisadiye) dönüşümünü sağlayacaktır. Bu amacı gerçekleştirmek için nezaret, esnaf korporasyonlarını şehir düzeyinden çıkararak millet düzeyinde örgütleyecektir”.

11. Anlaşılacağı üzere Gökalp’in önerdiği korporatist örgütlenme yerel düzeyden yani yatay düzlemden başlayarak, ulusal düzeye yani dikey düzleme yönelen bir modeldir. Bu modelin ünlü sosyolog Durkheim’ın dile getirdiği korporatist örgütlenme modeliyle olan benzerliği dikkat çekmektedir.

12. Gökalp’in bu korporatist örgütlenmesinin siyasal alana yönelik yansımaları, yani korporatist temsil yönü de bulunmaktadır. Gökalp’in düşüncesinde millet meclisi karma korporatist temsil modelindedir. Bu mecliste siyasal temsilin yanı sıra korporatist temsil de gerçekleştirilecektir. Siyasal temsil için yerel düzeyden temsilciler genel seçimle meclise gelirlerken, korporatist temsil için temsilciler, iş bölümü esasına dayanarak kurulan mesleki gruplar tarafından (konfederasyon tarafından) seçilirler.

13. Gökalp’in düşünceleri korporatist örgütlenme modelinin yanı sıra, döneminin Avrupalı korporatist düşünürlerinin de önemle üzerinde durduğu belli bir ahlak anlayışını, “meslek ahlakı”nı da içermektedir. Daha önce Durkheim ve Duguit’nin görüşlerinin ele alındığı bölümde değinilen meslek ahlakı, korporatist örgütlenmenin ayrılamaz manevi yönünü oluşturmakta ve Gökalp açısından da büyük önem taşımaktadır. Gökalp ulusal dayanışmayı güçlendirmek için meslek ahlakının da güçlendirilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu bağlamda korporatist örgütlenmenin gerçekleştirilmesi, Gökalp’in önemle üzerinde durduğu meslek ahlakına bir yaptırım gücü sağlayacaktır.

14. Ziya Gökalp’in dayanışmacı düşünceleri, onun milliyetçilik, halkçılık ve devletçilik ile ilgili düşünceleri açısından da belirleyici olmuştur.

15. Gökalp’in benimsemiş olduğu toplumsal dayanışmanın güçlenmesi için öncelikle işbölümünün ortak bilinci olan bir toplumda ortaya çıkması gerekmektedir. Farklı milletler ve dolayısıyla da ortak bilinci bulunmayan toplumlar arasındaki işbölümü, Gökalp’e göre gerçek işbölümü değildir.335 Ortak bilinçle Türklük bilincini kasteden Gökalp’in dayanışmacı düşüncesi milliyetçilik anlayışıyla bütünleşmektedir. Toplumsal işbölümünün sürmesi için toplumsal dayanışma gerekmektedir. Söz konusu dayanışma da “içtimaî mefkûre”nin, bir başka deyişle toplumsal ülkünün oluşması ile sağlanabilir.

16. İmparatorluğun son dönemlerinde bu bilinç, Türklük bilinci ve buna koşut olarak da “millî iktisat mefkûresi” doğmaya başlamıştır.336 Böylece Gökalp’in düşüncesinde milliyetçilik, halkçılıkla da bütünleşmektedir. Gökalp’e göre Türkçülüğün temeli, halkçılık ve milliyetçilik mefkûreleridir. Toplumsal evrimin çeşitli aşamalarında halkçılıkla milliyetçiliğin bir arada görüldüğünü savunan Gökalp, halkçılıkla milliyetçilik arasında sıkı bir dayanışma olduğunu belirtir. Gökalp’e göre her iki kavram da aynı düşüncenin, eşitlik ülküsünün (musavat mefkûresi) iki farklı yansımasıdır. Toplumun içsel eşitliğini, bir başka deyişle dâhili musavatını halkçılık; dışsal eşitliğini, bir başka deyişle harici musavatını milliyetçilik sağlar. Bir toplumda sınıfların bulunması içsel eşitliğin bulunmadığının göstergesidir. Bu nedenle Türkçülüğün dayanak noktalarından biri olan halkçılık sınıf farklılıklarını ortadan kaldırarak, toplumun farklı kesimlerini yalnızca işbölümünün doğurduğu meslek gruplarına indirger.

17. Bu bağlamda Gökalp halkçılığı şöyle formüle eder: “Sınıf yok, meslek var”. Anlaşılacağı üzere Gökalp’in kurguladığı milli devlet modeli, meslek gruplarından oluşan bir devlettir. Yani korporatist bir devlettir.

18. Halkçılıkla milliyetçilik arasında sıkı bir dayanışma olduğunu belirten Gökalp, ilk zamanlarda sınıfsal bir içeriği olmayan halkçılık düşüncesini ulusalcılığa indirgemiştir. Ancak Gökalp’in halkçılık düşüncesi, sonradan sınıf farklılıklarının törpülendiği, eşitlikçi bir toplumun oluşturulmasına yönelmiştir. Elbetteki bu dönüşümde, izlenen milli iktisat siyasasının ürettiği toplumsal eşitsizlikler ve huzursuzluklar önemli rol oynamıştır.

18. Bu doğrultuda Gökalp, sınıf farklılıklarını törpülemek için devletçiliği önermektedir. Böylece Gökalp’in düşünce sisteminde halkçılık ve devletçilik birbirlerini tamamlayan unsurlar olmuştur.338 Gerçekten de Gökalp’in dayanışmacılığı sosyal devlet politikalarını benimsemiştir. Liberalizmin savunduğu “jandarma devlet” ya da “gece bekçisi devlet” kavramları, Gökalp için yetersiz kalmaktadır. Toplumsal hayata katılmasını istediği devletin, düzenleyici ve yönlendirici olabilmesi için de toplumsal mülkiyet olgusu kaçınılmaz olmaktadır. 

19. Gökalp, toplumsal adaleti gerçekleştirmek için, Batı iktisatçıları ve toplum bilimcileri arasında yaygın kullanımı olan ‘artık değer’den yola çıkar. ‘Fazla tamettü’, Fransızca ‘plus value’nün o günkü Türkçesidir. Toplumsal mülkiyetle birlikte kamu girişimlerinden (cemiyetin teşebbüslerinden) doğacak artık değerler topluma mal edilecektir. Toplumsal adaletin gerçekleşmesi uğruna bu gelirle ‘mağdur sınıflar’ sefaletten kurtarılacak, bu kesitin geleceği güvence altına alınacaktır”

(Bkz: Korporatizm ve Türkiye'de Tek Parti yönetimi (1930-1945) / Corporatism and Single Party government in Turkey (1930-1945)
Yazar:DEMİRHAN FAHRİ ERDEM, Doktora Tezi

https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezSorguSonucYeni.jsp)

Bu Hafta'nın 2.Sayı'sı

Korporatizm, İttihat ve Terakki, Atatürk

I.Dünya Savaşı'nda İskan Edilen Rumlar

İskan Edilen Rumların Sayısı: 213.483.

Rum nakli başladıktan sonra sevkiyat bölgesi olmadığı halde bazı bölgelerin idari amirleri kendi insiyatiflerini kullanarak ve Harbiye Nezaret’nin hazırladığı sevkiyat listelerinde yer almadıkları halde bulundukları bölgelerdeki Rum tebaasını sevk etmeye teşebbüs etmişlerdir. Bu gibi sevkiyatların sevk programını aksatması ve yollarda Rum muhacirlerin yığılması kargaşalara yol açmıştır175. Bu durumu engellemek için Dâhiliye Nazırı Talat Paşa tarafından yerel idari amirlerin merkezden emir gelmedikçe sevkiyata girişmemeleri, bu şekilde sevk edilen kişilerin kimliklerini gösteriri belgelerin sevkiyat görevlilerince kontrol edilmesi, belgesiz olan kişilerin de dönmesinin mümkün olamayacağı için belgelerinin tedarik edilerek iskân bölgelerine gönderilmesi ve o bölgenin idari amirlerince mesken ve iaşelerinin sağlanması istendi.

(...)

Dâhiliye Nazırı Talat Paşa tarafından sevkiyat bölgelerine gönderilen 22 Nisan 1332 tarihli telgrafta yer alan, nakil edilen Rumların eşyalarını yanlarında götürmelerine müsaade edilmesi ve kendilerine karşı yağmacılık gibi eylemlerin yapılmasına kesinlikle izin verilmemesi yolundaki telgrafa rağmen177, sevkiyat sırasında Rumların hayvanları ve ziraat mahsulleri ile ilgili bazı yolsuzlukların ve suistimallerin yaşandığı incelenen belgelerden anlaşılmaktadır. Bu konuda özellikle Bandırma bölgesindeki sevkiyat sırasında yerel idari amirler tarafından bazı yolsuzlukların yapıldığı belgelerden anlaşılmaktadır. 18 Ağustos 1331 tarihinde İznik Sancağına gönderilen bir telgrafta Bandırma ve civarındaki köylerden kaldırılan Rumlara ait menkullerin kaymakam ve mal müdürü tarafından yağma edilmelerine dair şikayetlerin olduğu dile getirilmiştir. Ayrıca bu şikâyetlerin doğruluk payının araştırılması için bölgeye bir mülkiye müfettişinin de gönderilmesi istenmiştir.

(...)

Sevkiyat sırasında yaşanan suistimaller sadece bu olaylarla da kalmamıştır. Trabzon vilayetine bağlı Tirebolu kazası kaymakamı Sami Bey’in Rumlardan kalan bütün emlâkları gasp ederek sattığının sevkiyat memurluğundan bildirilmesi üzerine nazır namına 8 Kanunievvel 1332 tarihinde Trabzon valiliğine gönderilen bir telgraftan da anlaşılacağı üzere bölgeye bir müfettiş gönderilmiş ve yapılan inceleme sonucunda kaymakam görevden uzaklaştırılmıştır182. Ayrıca Yenepınar Rum tebaasının Hayrabolu’ya nakilleri sırasında da buna benzer bir suistimalin yaşandığını ve yapılan tahkikatla sorumlu yöneticilerin görevden uzaklaştırıldıkları incelenen belgelerden anlaşılmaktadır183 . Bu gelişmeler üzerine Dâhiliye Nazırı Talat Paşa tarafından 7 Nisan 1332 tarihinde yayınlanan bir bildiriyle Rumlardan kalan hayvan ve ürünlerin maliye müfettişleri tarafından belirlenecek fiyat üzerinden idari görevlilerce satın alınması ve parasının Ziraat Bankası şubelerine yatırılması istendi184. Böyle bir uygulamayla hem kayıt dışı gelir devlet denetimi altına alınacak ve yerel yetkililerin suistimalleri engellenmiş olacak, hem de Osmanlı bütcesine ek gelir kaynağı sağlanarak savaş, zorunlu göç, bayındırlık, kamu harcamalarının baskısı hafifletilmiş olacaktı.

(...)

Sevkiyat sırasında yaşanan muhacirin yığılması sonucu ortaya çıkan yetersiz iaşe tedariki ve sağlıksız ortamlardan dolayı bazı salgın hastalıkların muhacirin kafileleri arasında görülmeye başlandığı incelenen belgelerden anlaşılmaktadır. Görülen hastalıkların mevsimlere göre farklılık arzettiği anlaşılmaktadır. Kış aylarında tifüs, yaz aylarında sıtma, yaz sonlarında ve sonbaharda ise kirli içme sularından kaynaklanan kolera salgınları görülmektedir198 . Bu tehlike Dâhiliye Nazırı Talat Paşa tarafından önceden hissedildi ve yığılmanın oluştuğu Karesi mutasarrıflığına çekilen 14 Mayıs 1331 tarihli telgrafla muhacirin yığılmasının hastalık tehlikesini ortaya çıkaracağı, bu yüzden uygun miktarda Rum muhacirinin Bandırma ve civarındaki Rum köylerine yerleştirildikten sonra geri kalanlarında Müslüman köylerine küçük gruplar halinde yerleştirilmelerine özen gösterilmesi istendi.

(...)

Ancak bu isteme karşılık Bandırma kasabasında lekeli humma200 hastalığının çıktığı anlaşılmaktadır. Dâhiliye Nazırı Talat Paşa tarafından Karesi mutasarrıflığına çekilen 8 Mart 1332 tarihli telgrafla bölgedeki Rum muhacirleri arasında hastalığa yakalananlar tahaffuzhanelerde201 gözetim altında tutulması, diğerlerinin ise derhal başka bölgelere sevk edilmeleri istendi202. Ancak salgının başka bölgelere de sıçraması karantina uygulamasının yeterince etkili olmadığı izlenimini yaratmaktadır. Bunun da salgın hastalık saptamasının geç yapılmasından ve salgın hastalık başladıktan sonra da sevkiyatın sürdürülmesinden kaynaklanmıştır. Aynı durumun Ayvalıktan sevk edilerek Hüdavendigâr vilayetine gelen Rum muhacirleri arasında da görülmesi üzerine derhal bölgeye sağlık ekiplerinin gönderilmesi ve bölgedeki Rum topluluklarından hasta olanların tahaffuzhanelere alınması, sağlıklı olanların da çevre bölgelere nakil edilmesi Nazır Talat Paşa tarafından çekilen 30 Nisan 1333 tarihli telgrafla bildirildi203 . Bafra’dan sevk edilenler arasında az da olsa hastalık görülmesi üzerine bu kişilerin derhal tedavi altına alınması, tedavi edilemeyecek durumda olanların da İstanbul’da oluşturulan karantina bölgelerine vapurlarla gözetim altında nakledilerek tedavilerinin sağlanması Dâhiliye Nezareti tarafından bildirildi204. Ancak gerek Rusya ile savaş halinde olunması ve Karadeniz’de Rus donanmasının tehlike arzetmesi, gerek se mevcut deniz taşıma araçlarının Marmara kıyılarındaki Rum sevkiyatıyla meşgul olmalarından dolayı bu uygulamanın sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilememektedir.

(...)

İskân bölgelerine ulaşan Rum kafilelerinin önce sevkiyat memurları tarafından kendilerine verilen seyahat vesikalarını iskân bölgelerindeki polis müdüriyetlerine bildirmeleri hükümet tarafından zorunlu tutuldu205. Ardından iskân bölgesi polis müdüriyetleri sevkiyat bölgeleri ile haberleşme içine girerek sevkiyat belgelerinin doğruluğunu kanıtlamaları gerekli görüldü206. Bu şekilde Rum ve Ermeni kafilelerinin birbirleriyle karışmaları engellenmiş ve sevkiyat sırasında yaşanan firar olayları da ortaya çıkarılmış olacaktı. Bu uygulama büyük oranda başarılı bir şekilde gerçekleştirildi, ancak uygulamada bazı aksaklıklarda yaşandı.

(Mustafa Özdemir, I. DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA OSMANLI ÜLKESİNDE YAŞANAN GÖÇ HAREKETLERİ, Doktora Tezi, D.Ü Atatürk Araştırmaları Enstitüsü)

Almanlar 1915'de Rus-Ermeni Yakınlaşmasını Önlemek İçin Ermeni Tehciri Olan Sevk ve İdare Kanunun Çıkarılmasında Öncü Olmuştur. 

1. I. Dünya savaşında mağlup olan Almanya’nın Ermenilere olan bakış açısı tamamen değişmiştir. Savaş esnasında Almanya, İtilaf devletlerinin tüm emellerini boşa çıkartmak için Türklerin sevk ve iskân yasasını çıkartmalarında başrol oynamıştır. Ancak savaştan sonra Almanlar kendilerini aklamak için Ermenilerden yana politikalar takip etmiştir. Almanya’nın bu şekilde bir politika takip etmesinin bir nedeni de savaş sonrası Almanlara imzalatılan Versailles (Versay) Barış antlaşmasından kaynaklanmaktadır. İtilaf devletleri bu antlaşmayla Almanya’ya ağır tazminatlar ödetmiştir. Almanya Versailles Barış Antlaşması’nın getirmiş olduğu ağır sorumluluklardan dolayı Hiperenflasyon denilen büyük bir ekonomik krizle boğuşmak zorunda kalmıştır. Bu şartlar altında Almanya bir de I. Dünya Savaşı sırasında sevk ve iskân yasası yüzünden Ermenilerle ve de İtilaf devletleriyle karşı karşıya gelmek istememiştir. Bu nedenle Almanlar kendilerini Ermeni tehcirinden azat etmeye çalışmıştır. Bu hususta Almanya Ermenilerin koruyucu meleği olan Alman Rahip Johannes Lepsius’e talimat vermiştir. Lepsius da bir Alman olmasından dolayı bu görevi kabul etmiştir. Lepsius, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın arşivine gitmiş ve dönemin tüm yazışmalarını tarayarak Almanların masum olduğunu ispat etmek için mücadele etmiştir. Netice itibarıyla Lepsius Almanya’nın Potsdam kentinde Mayıs 1919’da “Deutschland und Armenien, 1914-1918: Sammlung diplomatischer Aktenstücke“ adlı kitabı yazmıştır195 . Kitap, belgeler ışığında Almanların Ermeni tehcirinde masum olduklarını ve tüm sorumluluğun Osmanlı subaylarına ait olduğunu yazmıştır.

2. I. Dünya Savaşı’nın sona ermesine yakın İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimleri Talat, Enver ve Cemal paşalar memleketi terk etmenin yollarını aramışlardır. Talat ve Enver paşaların memleketi terk etmesine Alman Büyükelçisi Bernstroff yardım etmiştir. 27 Ekim 1918’de Alman Büyükelçisi Bernstroff’un aracılığıyla Alman Dışişleri Bakanlığı’na başvurulmuştur. Alman Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen cevapta İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önderlerinin savaş boyunca Almanya’ya bağlı kaldıkları ifade edilmiştir. Bu bağlamda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önderlerinin Almanya’ya gelmelerinde bir sakınca olmadığı söylenmiştir197 . Alman Dışişleri Bakanlığı cemiyet önderlerinin yardım istemeleri durumunda bu kişilere her türlü desteğin verileceğini bildirmiştir. İleride hiçbir şekilde Osmanlı Devleti’ne iade edilmeyecekleri garantisi verilmiştir198 . Ancak Almanya’nın Türk subaylarına verdiği vaatler karşılıksız kalmıştır. Ermeniler, Nemesis199 ismini verdikleri operasyonla tetikçilerini, Avrupa’da bulunan İttihat ve Terakki mensubu kişilerin peşlerine düşürmüşlerdir. Ermeniler‘e sevk ve iskân kanunu çıktığı esnada Talat Paşa, Osmanlı Devleti’nin dâhiliye nazırı olarak görev yapmaktaydı. Bu yüzden Ermeniler Talat Paşa’yı sevk ve iskân kanunundan sorumlu tutmuştur. 15 Mart 1921 tarihinde Talat Paşa Berlin’de bir Ermeni suikastçısı olan Solomon Tehlirian tarafından öldürülmüştür200 . Solomon Tehlirian cinayetten birkaç gün sonra mahkemeye çıkarılmıştır. Solomon Tehlirian işlediği cinayeti inkâr etmemiş ve mahkemede kendisini savunurken şu cümleleri dile getirmiştir: “Ben halkımın intikamını almak için bu cinayeti işledim ve halkımın intikamının aldım201.“ Berlin mahkemesi Tehlirian’ı suçsuz bularak beraat kararı vermiştir.

(Bkz: https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezDetay.jsp?id=a3Zz7GeQFOpLc_MQIH7BLg)

3. Pantürkizm'den kaynaklanan bu soykırıma ERmeniler ise Armenosid diyor. 

(Bkz: https://westernarmeniatv.com/tr/politics_tr/panturkizm-ve-ermenilere-karsi-islenen-armenosidler/)

Turancılık Üzerine Sorular...

Turancılık konusu birçok yönüyle yeterince açıklığa kavuşmamıştır. Kafkas Cephesi sadece müttefik Almanların çıkarları doğrultusunda mı açılmış ve Turancılık, Alman politikasına hizmet için mi ileriye sürülmüştü, yoksa Osmanlı Devleti’nin politik hedefleri mi belirleyici olmuştu? Ya da iddia edildiği gibi Enver Paşa’nın ihtilalci ve hayalperest kişiliği mi yüz binleri Kafkas Cephesinde savaşmaya sürüklemişti? Komuta heyeti ve erler arasında Turancılık ne derecede sahiplenilmişti? Turan idealinde gayrimüslimlerin konumu ne idi?

1.Komuta heyeti arasında Turancılık ne derece sahiplenilmişti sorusunun yanıtı verelim: Osmanlı Devleti’nin ölüm kalım savaşı verdiği Birinci Dünya Savaşı yıllarında Turancılık politikasını uygulamaya koyup koymadığı tartışmalı bir konudur. Genel olarak savaş yıllarında Osmanlı Devleti’nin Turancılık politikasını uyguladığı kabul edilse de İttihad ve Terakki Fırkasının, hükümetin ve dönemin en güçlü şahsiyeti olan Enver Paşa’nın hiçbir zaman Türkçü-Turancı bir politikayı benimsemediği, Osmanlıcılık-İslamcılık politikasından ayrılmadığı ileri sürülmektedir (Bardakçı, 2015: 158–159; Aydemir, 1971: 481–482). Şevket Süreyya Aydemir1 , verdiği bilgilerle çelişkili bu konuya açıklık getirmektedir. Ona göre Enver Paşa ordunun ve memleketin hâkimi olsa da genç mektepliler ve aydınların büyük kısmı Türk Ocağı’nın, Turancılığın ve Ziya Gökalp’in etrafında toplanmışlardı. 18–25 yaş aralığındaki gençler arasında Turancılık umumi gibiydi (Aydemir, 1971: 482–484). Buna göre hükümet ister Osmanlıcılık ve İslamcılık isterse Turancılık politikasını benimsesin orduda görev alacak ve çok ihtiyaç duyulan yedek subayların tamamına yakını Turancı görüşte olacaktı. Bunun yanında çok uluslu bir yapıya sahip olan Osmanlı Devleti’nin açıktan Türkçü-Turancı bir politika izleyemeyeceği de açıktır. Bundan dolayı Osmanlı Devleti’nin Türkçü ve Turancı bir politikayı uyguladığını varsaymak yanlış olmayacaktır.

2. Alman çıkarlarına hizmet edip etmediği konusunu ise aşağıdaki tezden hareketle açıklamaya çalıştık. 

3. Enver Paşa'nın ihtilalci ve hayalperest oluşu ise sık sık gündeme gelmektedir. 

4. Gayrı Müslümlerin Turancı harekete bakışı ise ayrıca konumuz olacaktır. 

(Bkz: https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/3700604)

Panislamizm Hareket İçerisinde Türkçü-Turancı Fikirler (Aynı Tez'den Özet)

1. Panislamizm hareketinin özü dini bir hareketten ziyade Emperyalist güçlere karşı bir Müslüman ittifakı oluşturmaktır. Diğer bir taraftan Panislamizm hareketi, milliyetçi duyguların da kabarmasına dolaylı yönden etki etmiştir.

2. Panislamizm düşüncesinin II. Abdülhamit tarafından etkin bir biçimde işlendiği ortadadır. II. Abdülhamit dönemindeki Pan-İslamist siyaset Orta Asya’da da talep ve ilgi görmüştür. Pan-İslamist siyaset neticesinde Orta Asya’dan İstanbul’a öğrenci getirilmiştir. Aynı zamanda Orta Asya’daki Türk kökenli Müslümanlara İstanbul’dan kitaplar gönderilerek Pan-İslamist propaganda ulaştırılmaya çalışılmıştır. Bu denli zayıf gayretler dahi Osmanlı Türklerinin zihninde Orta Asya kavramı ve düşlerinin canlanmasına vesile olmuştur.

3. Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’na sonuna kadar Panislamizm fikri içerisinde TürkçüTurancı fikirleri birlikte işleyerek düşmanlarına karşı üstünlük kurmayı hedeflemiştir220 . Ancak Kafkasya ve Orta Asya’daki Müslüman Türkler salt bir milliyet düşüncesi etrafında toplanacak kadar entelektüel bir bilgi birikime sahip olmamıştır. Türkler, İslam dinini kabul ettikten sonra ırk ve millettin, kavim ve toplulukları birleştirmesinden ziyade dinin kutsal değerleri üzerinden hareket ederek bir araya gelmişlerdir. Bundan ziyade Osmanlı Türkleri de dâhil olmak üzere milliyet idealinin yıldızını parlatarak tüm Türklerin birleşmesi veya ittifak oluşturması fikri, çoğunlukla bürokrat, entelektüel, aydın ve seçkin zümrelerin oluşturduğu cemiyetlerde görülmüştür.

4. Osmanlı aydınları olsun, Alman dış politika yapıcıları olsun Osmanlı tebaasının eğitim, kültür ve fikir bazında ne seviyede olduğunu iyi bildiklerinden ötürü Türkçü-Turancı idealleri açık oynamaktan ziyade Panislamizm fikri içerisinde gizlemişlerdir. Böylece Müslüman Türk kitlelerini harekete geçirmenin daha kolay olduğu kanaatine varmışlardır.

*5. Nitekim dönemin ümmet ve milliyet anlayışına bakıldığında ümmet bilinci ve inancının milliyet düşüncesine göre daha ağır geldiği bilinmektedir. Neticede milliyetçilik, ümmetçilikle beraber işlenerek Türklerin yaşadığı coğrafyalarda aktif hale getirilmeye çalışılmıştır. Ancak İkinci Dünya Savaşı’na doğru olgunlaşan milliyet ideali meyvelerini vermeye başlamıştır. Böylece Almanya, İkinci Dünya Savaşı sırasında bu kez Kafkasya ve Orta Asya’daki savaş politikalarını gerçekleştirmek için Türk milliyetçiliğini tamamen ırk üzerinden yürütmüştür.

6. Birinci Dünya Savaşı öncesi ve savaş sırasında Türk ülküsü tamamen gizli kapılar ardında konuşulmamıştır. Bu hususta yayın faaliyetleri ve konferanslar yapılmıştır. Fakat Türk ülküsü açıktan Osmanlı Devleti’nin resmi politikası haline bürünememiştir. Bu Osmanlı Devleti’nin sadece Türklerin yaşadığı bir devlet olmamasından kaynaklanır. Osmanlı Devleti birçok etnik kökenin yaşadığı bir imparatorluktur. Doğal olarak devletin ırk üzerinden hareket ederek imparatorluğu savunmaya çalışması realiteye uygun değildir. Zaten Enver Paşa’nın da Birinci Dünya Savaşı’nda takip etmiş olduğu politikalar bunu kanıtlamaktadır. Örneğin Arapların yoğun olarak yaşadığı Orta Doğu bölgesinde Panislamizm vurgusu yaparken Türklerin çoğunlukta olduğu özellikle Kafkasya bölgesinde Panturanizm veya Pantürkizm propagandasını etkin hale getirecek memurlar göndermiştir221 . Neticede bölgeye gönderilen propagandacılar vasıtasıyla Kafkasya ve Orta Asya’daki Pan-Turan hareketini başarıya ulaştırmayı planlamıştır.

(Bkz: https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezDetay.jsp?id=a3Zz7GeQFOpLc_MQIH7BLg)

ALMAN DIŞ POLİTİKASINA YÖN VEREN MAX VON OPPENHEİM ve PANTÜRKİZM (Aynı Tez'den Özet)

1. İslam coğrafyasına tayin edilen Alman bilim insanları, bürokratlar ve askeri sınıf mensupları içerisinde Max von Oppenheim da bulunmuştur. Max von Oppenheim, İslam coğrafyasında bulunduğu süre boyunca İslam dininin siyasal bir silah olarak kullanılması gerektiği fikrini geliştirmiştir. Max von Oppenheim’a göre İslam stratejisi Birinci Dünya Savaşı boyunca bölgede Almanya’nın en önemli kozu ve silahı olacaktır.

2. Max von Oppenheim, Almanya’nın “Weltpolitik” idealine gönülden inanan bir bürokrattır. Almanya’nın dünya gücü veya hâkimiyeti idealine ulaşması için birtakım raporlar hazırlayıp II. Wilhelm’e sunmuştur. Raporların maksadı, Almanya’nın rakibi olan İngiltere ve Rusya’yı sömürge bölgelerinde zayıflatmak, etkisiz hale getirmek ve saf dışı bırakmaktır.

3. Max von Oppenheim, 1895 yılında İstanbul’a gelerek II. Abdülhamit ile görüşmüştür. Bu görüşme sonrasında Max von Oppenheim 1896 yılından itibaren Alman Dış İşler Bakanlığı bünyesinde çalışmalarını sürdürmüştür209 . Oppenheim, “Auswärtiges Amt” kurumunu temsil ederek Almanya’nın İslam coğrafyasındaki her türlü siyasi, iktisadi, askeri çıkar ve üstünlüğünü kollamıştır210 . Max von Oppenheim, 1896 yılında Kahire’de başladığı görevi sırasında buradaki tüm gözlem ve tecrübelerini Almanya’nın çıkar ve menfaatlerine göre rapor edip Berlin’e göndermiştir.

*4. Max von Oppenheim, İslam coğrafyasında bulunduğu zaman zarfında Orta Doğu ve Afrika’da birçok bölgeye geziler gerçekleştirmiştir. Bu geziler neticesinde Oppenheim, İslam coğrafyasıyla ilgili yaptığı analizleri sürekli Berlin’e rapor ederek bildirmiştir. Oppenheim, 1898 yılında Alman yetkililer için hazırladığı raporunda İslam dünyası için, Müslümanların birbirleriyle ilişkilerinin sıkı bir bağa dayandığını, Osmanlı halifesine gönülden bağlı olduklarını ve eğer Osmanlı halifesini cihat çağrısında ikna edebilirlerse milyonlarca Müslümanın Almanya’nın yanında savaşa katılabileceğini belirtmiştir.

5. Max von Oppenheim, Panislamist ideolojinin dünya genelindeki etkisine değinen raporunu Alman imparatoru II. Wilhelm'in 1898 yılında Şam ziyaretinin gerçekleştirmeden önce kaleme almıştır212 . II. Wilhelm’in İslam dünyasına yapmış olduğu ziyaretler ve bu ziyaretler esnasındaki konuşmalarının hiçbiri doğaçlama veya tesadüfi değildir. Almanya’nın Ortadoğu’da attığı her bir adımın belgeler ve raporlar doğrultusunda bir nedeni ve amacı vardır. Almanya’nın gayesi, İslam dünyasını Emperyalist devletlerin pençesinden kurtarmak değildir. Almanya sadece diğer Avrupalı emperyalist güçleri, İslam coğrafyasından İslam stratejisiyle saf dışı bırakıp bölgede kendi çıkarlarını garanti altına almanın peşindedir.

6. Max von Oppenheim, görevde bulunduğu süre boyunca Müslümanları Osmanlı Devleti’nin aracılığıyla bir savaşın içine çekmenin peşinden koşmuştur. Almanya, İngiltere ve Rusya’yı bir savaşın içine çekmek ve savaş sonrasında sömürgelerini ele geçirmek için planlar yapmıştır. Haritalar üzerindeki stratejileri destekleyecek fikri yine Max von Oppenheim ortaya koymuştur. İslam dünyasının ve Türklerin İtilaf devletlerine karşı ne şekilde ve hangi yöntemlerle ayaklandırılması gerektiğini Max von Oppenheim Ekim 1914’te Alman Dışişlerine sunduğu 136 sayfalık memorandumuyla ortaya koymuştur213 . Böylece Almanya’nın 136 sayfalık memorandumuyla Birinci Dünya Savaşı süresi boyunca dış politikada takip edeceği stratejilerin ana hatları çizilmiştir.

*7. Birinci Dünya Savaşı başladıktan hemen sonra 2 Ağustos 1914’te Türk-Alman ittifak antlaşması imzalanmıştır. Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’nın kaderini belirleyecek olan TürkAlman ittifakından önemli beklentileri olmuştur. Almanya, Türk hükümetinden beklentilerini karşılayacak en önemli siyasal silahı olan Pan-İslamist ve Pan-Turanist hareketler üzerinden İtilaf devletlerine saldırılacaktır214 . Almanya bu hareketlerle Türk ordusundan İtilaf devletlerine karşı çok mühim askeri harekâtları sürdürmesini istemiştir.

*8. Almanya, Kafkasya bölgesinde Pan-Turanist hareketlerle Türk ordusunu yerli ahali ile desteklemenin planlarını yapmıştır. Almanların Pan-Turanist stratejisi sayesinde Türk ordusunun, Kafkasya’da Rus orduları karşısında üstün hale gelmesi hedeflenmiştir. Böylece Türk ordusu Kafkasya’yı hâkimiyeti altın almış olacaktır. Almanların diğer bir beklentisi ise Halife’nin manevi gücünden istifade ederek Osmanlı halifesinin cihat ilan etmesi ile Pan-İslamist hareketi aktif hale getirmektir215 . Böylece Almanya bir taraftan İngilizleri diğer taraftan Rusları Pan-İslamist ve PanTuranist hareketlerle sıkıştırmış olacaktır. Bu sayede Avrupa’daki cepheleri yararak üstünlüğü elde edecektir.

9. Oppenheim’ın Almanya’ya sunmuş olduğu rapor anlaşılacağı üzere II. Wilhelm tarafından da kabul görmüştür. II. Wilhelm, Oppenheim’ın İslam stratejisi aracılığıyla Pan-İslamist ve PanTuranist kitleleri harekete geçirmeyi hedeflemiştir216 . Böylece Almanya karşısındaki rakipleri olan İngiltere ve Rusya’ya karşı kullanacağı etkili stratejiyi belirlemiş oldu. Almanya, İngiltere ile Ortadoğu ve Hindistan’da, Rusya ile de Kafkasya ve Orta Asya’da Pan-İslamist ve Pan-Turanist stratejisi ile mücadele edecektir.

10. Almanya’nın Pan-İslamist fikri içerisinde Kafkasya ve Orta Asya’daki Müslüman Türkleri, Türkçü-Turancı ideolojisi kapsamında Rusya’ya karşı siyasi ve askeri bakımdan teşkilatlandırmıştır.

11. Oppenheim, ortaya koyduğu Pan-İslamist düşünceyle İslam dünyasına yerleşmiş olan İngiltere ve Rusya’yı ihtilaller ve isyanlar neticesinde zayıflatmak sonra da askeri saldırılarla bölgeden atmak istemiştir. Ancak Oppenheim’ın Alman dış politikasındaki stratejileri genel manada başarılı olmamıştır. Çünkü Oppenheim’ın İslam stratejisi özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın birinci yarısında başarı gösterirken ikinci yarısında aynı başarıyı gösterdiğini söylemek mümkün değildir

XIX. Yüzyılda Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Gelişmesi (Aynı Tez'den Özet)

OSMANLI'DA TÜRKÇÜLÜĞÜ ETKİLEYEN FAKTÖRLER

1. Türkler de Fransız İhtilali'yle yayılan milliyetçilik akımından etkilenmiştir. Bunda Avrupa'da okuyan Türklerle Avrupa'dan Osmanlı ordusuna katılan askerler etkili olmuştur. 

2. XIX.yy'da tüm Avrupalı milletler kökenlerini araştırmanın peşine düşerken Türkler de barbar olarak nitelendirilen Türklerin kökenini, bilinmezlikleri araştırma derdine düşmüş ve medeni olduklarının rekabeti içinde olmuştur. 

3. Mİlliyetçilik kavramı: “yurttaşlık, yurtseverlik, popülizm, etnizm, etnosantrizm, yabancı düşmanlığı, şovenizm, emperyalizm...” gibi terimlerle zenginleşmekle kalmamış; millet, milliyet, etnisite, kültür, ırk, ırkçılık, halk, yurtseverlik vb. diğer terimlerle de iç içe geçmiş ve bir müphemliğe bürünmüştür51 . “Milliyetçilik kelimesi veya kavramı Batı Avrupa dillerinde yoğun bir şekilde kullanılmıştır. İngilizcede 'nation-national-nationalism‘ şeklinde türetilen kelime, Türkçeye ‘milletmilli-millicilik‘ veya ‘ulus-ulusal-ulusalcılık‘ yerine milliyetçilik (nationalitism) ve ulusçuluk (nationism) olarak çevrilmiştir”

4. t Osmanlı Devleti XVIII. yüzyıla kadar ne Avrupalıların ne de kendi gayrimüslim tebaasının kendi içerisinde geliştirdikleri milliyetçilik fikirlerine pek fazla önem göstermemiştir. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki ve kendi tebaasındaki bu fikirsel hareketliliği görmemezlikten gelmesinin tek bir nedeni vardır. Bu da güçler dengesinde halen kendisinin merkez, diğer Avrupa ülkelerinin çevre olmasından kaynaklanmaktadır. II. Viyana kuşatmasıyla başlayan ve on yedi sene süren savaşlar dönemi Karlofça Antlaşması’yla bitmiş ve bu dönem devletin birçok alanda yıpranmasına neden olmuştur. Böylece Osmanlı Devleti bir devrin bittiğini kabullenmek istemese de birtakım önlemler almak zorunda kalmıştır. Osmanlı Devleti kendisini Avrupa karşısında başarısız ve zayıf görmeye başladığı zaman Avrupa’ya yakın bir gözlükle bakmayı kabullenmiştir.

5. XIX. yüzyılın ilk yarısı, Avrupa’da bambaşka bir dönem başlamıştır. Bu yüzyıl, Avrupa’da farklı fikirlerin ortaya çıktığı, birçok sahada tartışmalara neden olan bu fikirlerin gerçek hayata geçmesi esnasında ulusların birbirleriyle çarpıştığı bir devirdir68 . Fransız İhtilali ve Napolyon Savaşları bu milliyetçi akımların meşalesi olmuştur. Milliyetçi düşünceleri temel alan birçok Avrupalı millet Napolyon’un önderliğinde imparatorluklara karşı milli ayaklanmalar gerçekleştirmiştir.

*6. Osmanlı Devleti’nde milliyetçilik fikirleri XIX. yüzyılda bu vesilelerin de etkisiyle filizlenmeye başlamıştır. Ayrıca Sultan II. Mahmut dönemiyle birlikte Avrupa’da meydana gelen gelişmeleri daha yakından takip edebilmek için Avrupa’ya öğrenciler gönderilmiştir. Avrupa’ya giden öğrenciler bulundukları şehirlerde milliyetçilik fikirlerinden etkilenerek memleketlerine dönmüşlerdir. Bu vesileyle Türk milliyetçiliğinin, tarih, dil, edebiyat gibi bir çok alanda sahalardaki çalışmalarla temelleri oluşturulmuş ve milliyet hassasiyetleri belirmeye başlamıştır70 .

7. Sadece Avrupa’ya giden öğrenciler milliyetçilik fikirlerini Osmanlı topraklarına getirmemiştir. Bir de hariçten gelen önemli ilim insanları olmuştur. Bu kişiler Müslüman olmuş ve Osmanlı Devleti’nin önemli kurum, kuruluş ve mevkilerinde görev yapmışlardır. Hatta kimileri var ki mevkiinde başarı göstermiştir. Hariçten gelen bu asker kökenli veya sivil ilim insanları beraberlerinde milliyetçilik fikirlerini de getirmişlerdir. Bulundukları kurumlardaki talebeleri ve memurları etkilemişledir.

8. Fenerli Rum beyleri ve bunlara benzer gayrimüslim unsurlar da Avrupa ile tarih boyunca yakın ilişki içerisindeydi. Osmanlı topraklarında yaşayan gayrimüslim tebaanın bir kısmı Hıristiyan olduğundan Avrupa ile daima kültürel ve sosyal alışverişte bulunmakta zorluk yaşamamıştır. Neticede bu rahat ve göze batmayan iletişimden gayrimüslim tebaa Avrupa’daki milliyetçi fikirleri benimsemiştir. Gayrimüslimler öğrendikleri milliyetçilik fikirlerini iç içe yaşadıkları Osmanlı Devleti’nin Müslüman tebaasıyla paylaşmışlardır.

9. Avrupa'da Fransız İhtilali’nden sonra bütün milletleri etkisi altına alan vatan, millet, özgürlük, adalet ve eşitlik gibi kavram ve ifadeler Osmanlı toplumu arasında yayılarak Hıristiyan tebaanın bağımsızlık için mücadele etmelerine neden olmuştur. Neticede Osmanlı Devleti’nden teker teker bağımsızlıklarını kazanmalarına zemin hazırlamış ve buna bir tepki ve etki olarak da Türk milliyetçiliği önem kazanmıştır71 . Sonuç itibarıyla Türk milliyetçiliği, tek bir etki ve etkileşimden gün yüzüne çıkmamıştır. Tarihsel süreç içerisindeki olaylar silsilesiyle vücut bulmuştur.

10. XIX. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’nde meydana gelen milliyetçi fikirleri ilerleyen yıllarda kendi aydınlarını ortaya çıkarmıştır. Bu aydınlar Türkçülük fikrinin önderleri olmuştur. “Ahmet Hikmet Bey, Halide Edip, Hamdullah Suphi, Köprülüzade Fuat Türkçülük hareketinin önemli savunucularından bazılarıdır” 72 . Türkçü olarak isimlendireceğimiz bu sınıf, tüm gayret ve çabalarını Türk tarihi, dini, edebiyatı ve kültürü sahasında gerçekleştirmiştir73 . Yalnız vurgulanması gereken bir nokta vardır ki o da aydınların Türkçülük fikri ve Türk unsurları ile parçalanmakta olan Osmanlı Devleti’ni bir arada tutabilmektir.

11. Bu dönem Pantürkçü ideolojinin özünün şekillenmesi açısından en önemli dönemdir. Daha sonraki yıllarda Pantürkçülüğün temel kavramlarında ciddi bir dönüşüm yaşanmamıştır. Pantürkçü ideolojiyi savunan ve şekillendiren en önemli aktörler Çarlık Rusya’daki Türk toplulukların entelektüelleridir. Çarlık Rusya’da ortaya çıkan yeni çeşit milliyetçilik kavram ve terimleri aslında Panslavizm’in etkisinde gelişmiştir. Çarlık Rusya’nın yayıldığı tüm Türk topraklarında takip ettiği Ruslaştırma politikasına bir tepki olarak Türkçülük ve Pantürkçülük fikri doğmuştur.

12. Türkçü aydınların bu fikir etrafında toplanmalarına neden olan en büyük neden İslamcılığın etkisini yitirmesi olmuştur. Osmanlı Devleti’nin Anadolu toprakları dışındaki bölgelerde yaşayan tebaasının çoğunluğunun Türk olmaması nedeniyle bu bölgelerdeki tebaanın din yoluyla yani İslamcılık politikasıyla devlete bağlı kılmaya çalışmıştır. Ancak maalesef İslamcılık politikasından beklenilen etki görülmediği için Türkçü aydınlar bu kez sahneye çıkma ihtiyacı duymuştur.

İTTİHAT VE TERAKKİ DÖNEMİ

1. XIX. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan İttihat ve Terakki Cemiyeti de Türk ve Müslüman olma ilkelerine göre kurulmuştur. Bu düşüncelerini ilk zamanlar gizlerseler de sonraki yıllarda düşüncelerini kısmen açık etmişlerdir. Cemiyet, Osmanlı Devleti’nin asli kurucularının Türk unsuru olduğunu farkındaydı fakat devleti oluşturan diğer etnik grupları dışlamamak ve küstürmemek için Osmancılık fikri üzerinden hareket etmişlerdir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin asıl amacı, 1908 yılında basılan Teşkilat‐i Dâhiliye Nizamnamesinin birinci maddesinden de anlaşılır. Nizamnamede Cemiyetin niyetinin, Osmanlı Devleti’ni içinde bulunduğu zor şartlardan kurtarmak ve devletin devamlılığını sağlamak olduğunu ifade etmişlerdir. 

2. 1876'dan 1908'e kadar tahta kalan II. Abdülhamid’in stratejisi ve politikası İttihat ve Terakki Cemiyetinin fikirleriyle çelişmekteydi77 . II. Abdülhamit sıkı bir yönetim altında devletin sürekliliğini sağlayabileceğine kanaat getirmiştir. Buna karşılık cemiyet, II. Meşrutiyet’in tekrar ilan edilmesinden önce, 1908 yılının hemen başında düşman olarak görülen Sultan II. Abdülhamit idaresine karşı geniş çaplı bir muhalefet taraftarı oluşturmuştu78 . Nitekim 1908 yılına gelindiğinde siyasi, iktisadi ve sosyal tüm şartlar II. Abdülhamid’in aleyhine dönmüştü ve bir ihtilalle tahtan indirilmiştir. Böylece İttihat ve Terakki Cemiyeti 1908'de yönetimi ele aldıktan sonra "Osmanlıcılık" programını takip edeceklerini belirtmiştir.

3. XX. yüzyılın ilk çeyreğine gelindiğinde İstanbul’da Turancı bir kuruluşun açılması gerekli görülmüştür. Çünkü Balkanlar’daki heterojen yapı parçacıklara ayrılmaya başlamıştır. Balkanlardaki her etnik unsur kendi milliyetine dayanarak bağımsızlık bayrağını çekmiştir. Macarlar da Balkanlarda gelişen olaylar karşısında kendisini akraba ve soydaş olarak gördüğü Osmanlı Türklerinden taraf tutmaya devam etmiştir. Macarlar Panturanizm hareketini sürdürebilmek için İstanbul’da bir cemiyet açmaya karar vermişlerdir. 1910’lu yıllara doğru gelindiğinde Macarlar İstanbul’da Turan Cemiyeti’nin açılışını yapmışlardır. Cemiyetin meydana getirilmesinde Alajos Paikert’in etkin gayretleri olmuştur100 . Kurulan bu cemiyet; Türk tarihine, kültürüne ve köklerine özel ilgi göstermiştir. Turan milletlerinin değerleri hakkında çalışma yapan itibarlı bir cemiyet olarak adından söz ettirmiştir. Turan Cemiyeti, Avrupa’da birçok dilde bilimsel çalışmalar ve yayınlar yapmıştır. Turan Cemiyeti kendisinden beklenen etkiyi sergileyememiştir. Cemiyeti oluşturan önemli denilecek kişiler Turan ve Turancılık kavramları arasında birliği sağlayamamıştır. Bu nedenle zaman içerisinde bölünmeler ve güç kaybı yaşanmıştır. Cemiyet tüm olumsuzluklara ve zayıflamasına rağmen 1944 yılına kadar varlığını sürdürmeyi başarmıştır.

*4. XX. yüzyılın ilk çeyreğini içerisinde Osmanlı Devleti’nde Turancılık fikri gözle görülür ilerlemeler kaydetmiştir. Aristokrat ve entelektüel sınıf diyebileceğimiz aydınların oluşturduğu bu toplulukta Turan fikri etkili bir şekilde işlenmeye başlamıştır. Turan ideolojisi, tutkusu ve hayali gazetelerde ve romanlarda sınır tanımadan işlenmiş ve kamuoyuyla paylaşılmıştır. Aydınlar ve yazarların Türkçü ve Turancı düşüncelerini romantik bir üslupta kaleme almaları, toplumu ve özellikle gençleri derinden etkilemiştir. Böylece Türk edebiyat literatürüne yeni bir akım kazandırılmıştır. Osmanlı entelektüelleri bu vesileyle topluma üçüncü bir ideoloji ve tutku kazandırmıştır. Bunun adı da Turancılık olmuştur. Dönemin önemli kadın aktörlerinden olan Halide Edip Adıvar, Yeni Turan adlı kitabında, Turan ülküsünü gençlerin fikir ve hayal dünyasına şu sözleriyle işlemiştir: “Ey yeni Turan, sevgili ülke söyle, sana yol nerede?” 102 . Halide Edip Adıvar bu sözüyle Turan’a gidecek olan yolun Anadolu’dan geçtiğini ifade etmek istemiştir.

5. Bu arada belirtmeliyiz ki tüm Pan ideolojileri diğer Pan ideolojilerine tepki olarak doğmuştur.

6. Osmanlı aydınları genellikle Türk ve Müslüman toplumları kastetmiştir. Ziya Gökalp’ın “Kızılelma” tabiri de düşünceyi desteklemek için ortaya atılmıştır. “Ömer Seyfettin de, “Kızılelma Neresi?” adlı hikâyesinde “Kızılelma’yı ulaşılması gereken büyük idealler olarak tanımlar. Kızılelma, bazen coğrafî bölge anlamında ulaşılması gereken bir hedefi sembolleştirirken bazen de ismi olup cismi olmayan fakat fethedilmesi gereken yerleri işaret eder”.

7. Ziya Gökalp’in milliyetçilik anlayışı yani Türkçülük bilinci Türk, Kürt, Laz, Çerkez vs. kültürel açıdan ortak bir payda çerçevesinde homojen bir topluluk haline dönüştürmek istemiştir. Yusuf Akçura ise resmi milliyetçilik bağlamında Osmanlı Türklerini tüm Türkleri kapsayan siyasi Türk ulusunun bir parçası daha doğrusu etnik milliyetçilik olarak görmüştür106 . Ziya Gökalp, daha esnek bir bakış açısıyla Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak söylemi üzerinden hareket etmiş, Yusuf Akçura ise Türkçülük ve İslamcılık hususunda hangisinin daha makul olacağını cevapsız bırakmıştır. 

8. XIX. yüzyılın ilk çeyreği içerisinde Türkçü ve Turancı fikirlerin gelişmesi için aydınlar birçok faaliyette bulunmuştur. Bu faaliyetlerin gerçekleşmesinde 25 Aralık 1908 tarihinde kurulan Türk Derneğinin çabaları başta gelir108 . “Kurucuları arasında, Necip Asım Bey, Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Rıza Tevfik Bölükbaşı”109 gibi önemli aydınlar vardır. Türk Derneğinin amacı Türklerin yaşadığı coğrafyalarda onların sosyal, siyasi, iktisadi ve kültürel değerlerini araştırmak ve öğretmektir. Türk Derneği ancak üç yıl gibi kısa bir süre yayın hayatında bulunmuştur.

9. Türk Derneğinden sonra, Türk Yurdu Cemiyeti 31 Ağustos 1911’de kurulmuştur110 . Kurucuları arasında Mehmet Emin Yurdakul, Yusuf Akçura, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp gibi şahıslar bulunmaktadır. Cemiyet, Türk Yurdu Dergisi ismiyle bir dergi çıkararak yayın hayatına katılmıştır. Derginin yazarlarına bakıldığına önemli şahsiyetleri bir araya getirmiştir. Ahmet Mithat, Yusuf Akçura, Ethem Nejat, Ahmet Ağaoğlu, Sadri Maksudi, Halit Ziya, Abdullah Cevdet, Ahmet Zeki Velidi, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Halide Edip vb. bunlardan sadece bazılarıdır.111 Türk Yurdu Cemiyeti kurulduğu ilk günden itibaren amacının “Türklüğe hizmet etmek ve faydalı olmak” olarak belirtmiştir. Türk Yurdu Cemiyeti diğer derneklere göre en uzun ömürlü cemiyet olmuştur.

10. Osmanlı aydınları arasında gelişmeye başlayan Türkçülük düşünceleri ve çalışmaları hız kesmeden devam etmiştir. Türk Derneği ve Türk Yurdu Cemiyetiyle aynı eksende başka bir cemiyet daha kurulmuştur. Kuruluşundan belli bir vakit sonrasında kendisiyle benzer gayeyi takip etmeyen ve daha geniş bir kuruluş olan Türk Ocağı’nın meydana getirilmesiyle faaliyetlerini askıya almış ve üyeleri Türk Ocağı’na kaymıştır. Bununla beraber Türk Yurdu Dergisi, Türk Ocağı’nın resmi anlamda yayın organı olmaya devam etmiştir.

*11. Türk Ocağının kuruluşunun ilk kıvılcımını Askeri Tıbbiye öğrencileri başlatmıştır. Tıbbiye öğrencileri, Türk milliyet esaslarına göre bir cemiyet kurmak istediklerini önemli gördükleri Türkçü aydınlara bildirmişlerdir. Asıl maksatlarının Türk milletinin her yönüyle geliştirilmesi ve yükselmesi için faaliyette bulunmak olduğunu söylemişlerdir. Türk Ocağı heyeti arasında Ahmet Ferit, Yusuf Akçura, Mehmet Ali Tevfik, Halide Edip, Adnan Adıvar gibi önemli kişiler bulunmuştur. Türk Ocağı, Türkçü-Turancı hareketin asıl merkezi olmuştur.

*12. Türk Ocağı İstanbul’da 1912’de Türk tarihini ve kültürünü araştırmak için kurulmuş ve Osmanlı Devleti’nde milli oluşumların gerçekleşmesine katkıda bulunmak için teşkilatlanmış bir cemiyettir113 . Türk Ocağı neredeyse tam anlamıyla Turancı bir kimliğe bürünmüştür. Türk Ocağı’nın belirlemiş olduğu ilkeler İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından desteklenmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyetinin ana fikirlerini belirleyenlerin başında Ziya Gökalp gelmektedir. Ziya Gökalp, Turan fikirleriyle İttihat ve Terakki Cemiyetinin istikametini belirlemekte önemli etki bırakmıştır. Nitekim I. Dünya Savaşı’nda Turancılık düşüncelerinden beklentilerini de açıklamışlardır. Sadece Ziya Gökalp değil Munis Tekinalp de savaşın ana hedefinin Turan’ı kurtarmak olduğunu savunmuştur. Tekinalp bir şiirinde hayalini şu şekilde ifade etmiştir: “Turan, kutsal Turan! Her köşesi beni söylüyor, Efsaneler bana ilk atamdan, Eski kahramanlık günlerinden”

Birinci Dünya Savaşı Alman Belgelerine Göre Panturanizm Yüksek Lisans Tezi'nden Osmanlı Modernleşmesinde Alman Etkisi Bölümü'nü II.Abdülhamid Dahil Özetliyoruz. 

1. Osmanlı Devleti XVIII.yy'dan itibaren Batı karşısında üstünlük sağlayan iç ve dış dinamiklerinin işlevselliğini yitirdi ğini fark etmiştir. toprak da kaybedince Batı karşısındaki mağlubiyetini kabul etmiş ve Batı'nın askeri yönden üstün olduğu sonucuna varmıştır ve ıslahatlar yapmıştır. Bu yüzden reformlar da daha çok askeri alanda yapılmıştır ve XVIII.yy'ın ikinci yarısından itibaren Batılılaşma politikasına dönük ilk bilinçli adımlar görülmüştür. 

2.XVIII.yy boyunca bir çok askeri reform yapılmıştır ancak bunlardan en önemlisi III.Selim Dönemi'dir. III.Selim döneminde siyasi, askeri, sosyal ve iktisadi açıdan reformlar değişime uğramıştır. Daimi bürokratlar olmadığı için Batı'daki gelişmeleri izleyemeyen Osmanlı'nın ilk daimi elçisi Moralı Es-Seyyid Ali Efendi Paris’e gönderilmiştir. 

3. III.Selim Dönemi'nde iç ve dış karışıklıklar yaşanmıştır reform hareketinden hareketle. Ancak sonra gelen padişahlar da reform hareketini devam ettirmiştir. II.Mahmut batılılaşma ve modernleşmeye önem vermiştir. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı kaldırılmıştır. II.Mahmut Yeniçeri Ocağı'nın dışında bazı ulema, bürokrat, asker ve bazı menfaatçi çevrelerin de gücünü yok ettikten sonra yeniliklere başlamıştır. Sultan Abdülmecid ve Abdülaziz Dönemi'nde de Balılaşma faaliyetlerine önem verilmiştir, Türk ordusunun modernleşmesi ve askeri sahada bir takım düzenlemeler ve genel askeri yükümlülükler getirilmiştir. 

4. Ve konumuz olan Almanya yakınlaşması II.Abdülhamid Dönemi'nde 93 Harbi'nden sonra 1878 Berlin Konferansı'nda İngiliz ve Fransızlarla aramız bozulunca başlamış, Türk-Alman ilişkileri gelişmiş ve Osmanlı modernleşmesinde Alman nüfuzu artmıştır. 

ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE ALMAN MODERNLEŞMESİ

1. II.Abdülhamid Osmanlı-Rus Savaşı olan 93 Harbi zamanında tahta çıkmıştır. Bu savaş 1877-1888 tarihinde gerçekleşmiştir ve Osmanlı mağlup olmuştur. İngiltere, Fransa ve Rusya Osmanlı topraklarını parçalamak için politikalar üretirken Almanya Osmanlı Devleti'nin bütünlüğünü savunmuştur. 

2. Almanya XIX. yy'ın ikinci yarısından itibaren birliğini sağlamış ve kısa sürede kendisini geliştirmiş ve önemli sektörlerde bir dev haline gelmiştir. 1890'dan itibaren kendisine yeni hedef seçen Almanya Osmanlı ile iktisadi ve askeri atılımlar gerçekleştirmiştir. 

3. Alman etkisi orduda ve sivil idarede yeniden yapılandırmayla bunlara ek olarak demiryolu yapım faaliyetlerinin arttırılmasıyla, silah ticareti, yeraltı madenlerinin işletilmesi ve bankacılık sektörlerinde kendisini göstermiştir. Almanya’nın Türk topraklarına yaptığı her yatırım beraberinde Alman nüfuz ve etki de getirmiştir. Osmanlı Devleti her ne kadar Alman yatırımlarının arkasında saklı olan niyetlerin farkında olsa da Almanya seçeneğinden vazgeçememiştir.

Kendimize Mustafa Aydın'ın KATÜ Tarih Yüksek Lisans Tezi Olan "BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA ALMAN BELGELERİNE GÖRE PANTURANİZM"i Kaynak Alarak Panturanizm Yolculuğu Yapalım Osmanlı'da. Önce Weltpolitik İdeolojisi'yle Uyuşmasını Ele Alalım. 

1. İtilaf devletleri Orta Doğu coğrafyasını ele geçirmek isterken İttifak bloğunda bu coğrafyayı koruyup bir de Orta Asya coğrafyasına ulaşmanın peşinden gitmiştir. Bu stratejilerin hesaplamalarını daha Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce geliştirmeye başlayan Almanya, Orta Doğu ve Orta Asya coğrafyalarına ulaşabilmek için Osmanlı Devleti’nin Panislamizm, Pantürkizm ve Panturanizm potansiyelini kullanacak stratejiler üretip sahada kullanmaya çalışmıştır.

2. Birinci Dünya Savaşı’nda Alman dış politikasını Panislamizm üzerinden planlayan Max von Oppenheim olmuştur. Panislamizm ideolojisi içerisinde mevcut olan Pantürkizm ve Panturanizm ideolojileri Şeyh Abdürreşid İbrahim, Osman Tokumbent, Yusuf Akçura gibi Türkçü aydınlar tarafından Almanya ile ortaklaşa hareket etmiştir. Bu kişiler Alman esir kamplarında Tatarlara, Pantürkizm ve Panturanizm ideolojilerini aşılama faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Böylece Tatarlar Osmanlı Devleti’nin yanında Pantürkizm ve Panturanizm ideolojisi ile savaşmayı kabul ettirmişlerdir. Alman esir kamplarında Almanlar tarafından geliştirilen ve Tatarlar üzerinde uygulanan Pantürkizm ve Panturanizm stratejileri Türklerin yoğun yaşadığı Kafkasya ve Türkistan coğrafyasında kullanılmıştır. Almanya, Kafkasya ve Orta Asya’da uygulamaya çalıştığı Pantürkizm ve Panturanizm stratejilerini Nachrichtenstelle für den Orient vasıtasıyla yakından takip etmiştir. NfO’nun bölgedeki görevi Pantürkizm ve Panturanizm stratejilerinin ne ölçüde fayda sağladığı, hangi bölgelerde Pantürkizm ve Panturanizm ideolojisine yerli halk tarafından destek verileceği gibi istihbarat bilgileri Berlin’e ulaştırmıştır.

3. Almanlar Panislamizm hareketinin hedefini Arap ve Hint coğrafyası olarak belirlerken, Panislamizm’in bir şubesi olarak gördükleri Pantürkizm ve Panturanizm ideolojisinin hedef coğrafyası olarak Kafkasya ve Orta Asya’yı belirlemişlerdir. Almanya’nın Pantürkizm ve Panturanizm ideolojilerini Panislamizm içerisinde formüle ederek işlemesinin nedeni ise XX. yüzyılın ilk çeyreğinde Türk toplumlarında ırka dayalı milliyetçi ideolojilerin henüz entelektüel bir bilgi birikimine ulaşmamış olmasından kaynaklanmaktaydı. Bu yüzden Almanya, Türk toplumlarını harekete geçirmek için Panislamizmi dolaylı olarak kullanmayı uygun görmüştü.

4. Almanya, eğitilmiş Tatar esirlerini Orta Asya’da özel askeri operasyonlarda kullanmıştır. Örneğin Almanlar, Tatarları örgütleyerek Rusya’nın Sibirya ile olan demir yollarını imha etmiş, lojistik destek ve iletişimini kesmiştir. Yine Almanlar, Tatarları Rusya’nın iç bölgelerinde küçük çaplı eylemlerde kullanmıştır. Fakat bu eylemler sadece bölgede karışıklık çıkartmak için yapılmıştır.

5. 1916’da Türkistan’da isyanın patlak vermesiyle Orta Asya’ya yayılan isyan ateşi, Almanlar tarafından hemen bir Panturanizm hareketine döndürülmek istenmiştir. Zaten isyanın ateşini yakan Ceditçiler, Türk-Alman ittifakına sempati ile baktıklarından dolayı Panturanizm hareketini başarıya ulaştırmak için çabalamışlardır. Almanya, bölgeye Almanya’da Panturanizm fikri ile eğitilen “Asya Taburunu” sevk etmiştir. Böylece Almanya, Panturanizm hareketine doğrudan destek vermiştir.

*6. Görüldüğü üzere Almanya, Panturanizm hareketinin maddi ve manevi kapasitesinin farkındaydı. Almanya, kadim Türk milletinin yayılmış olduğu devasa coğrafyayı Panturanizm deolojisi ile birleştirip “Weltpolitik”e ulaşmayı hedeflemiştir. Bu ideolojik hareket Almanya’yı “Weltpolitik” idealine götürecek tek araçtı. Böylece Panturanizm hareketi Almanlar için vazgeçilmesi imkânsız bir politika halini almıştı. Bu açıdan bakıldığında Almanya için Türkler, Birinci Dünya Savaşı öncesi ve savaş boyunca hayati bir öneme sahip olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanya, Osmanlı Devleti ile koordineli bir şekilde Panturanizm hareketini organize etmiştir. Çünkü Almanya, Osmanlı Devleti olmadan Panturanizm hareketini tek başına gerçekleştiremeyeceğinin bilincindeydi. Almanya, Osmanlı Devleti’ni Panturanizm hareketinde sadece bir vasıta olarak görmüştür. Ancak Osmanlı Devleti’nin Panturanizm vasıtasında hareketinde sadece arabulucu görevi üstlenmesini istemiştir. Bir bakıma Almanya, Panturanizm hareketinin oyun kuruculuğuna ve kontrol sağlayıcı özelliğine olarak Osmanlı Devleti’ni dâhil etmemek üzerine stratejiler üretmiştir. Bu hareketin merkezi kontrol mekanizmasının ve tekelinin sadece Almanya’ya ait olması gerektiği tezi Alman bürokrasisi tarafından savunulmuştur. Çünkü Alman bürokrasisi, Osmanlı Devleti’nin bu hareketin en önemli organı olmasından dolayı liderlik görevini üstlenmek uğruna stratejiler geliştirdiğinin farkındaydı. Eğer Osmanlı Devleti Panturanizm hareketini Almanya’dan bağımsız bir şekilde yürütecek olursa Almanya hem Avrupa’daki statükosunu kaybedecek hem de “Weltpolitik” hayallerine veda edecektir.

7. Almanya’yı “Weltpolitik” idealine götürecek yol ise Kafkasya’dan geçmektedir. Nedeni ise Avrasya koridoruna giden yolun Kafkaslardan geçmesidir. Rusya da Kafkasya coğrafyasında etkin bir güce sahip olduğundan dolayı Almanya, zorunlu olarak Osmanlı Devleti’nin Pano-Turancı kanadını kullanmak zorunda kalmıştır. Çünkü Kafkas coğrafyası etnik ve kültürel köken bakımından Osmanlı Devleti’ne bağlıdır. Her ne kadar bölgenin Osmanlı Devleti’ne karşı bir bağlılığı varsa da Ruslaştırma politikaları neticesinde Osmanlı Devleti’nin bölgedeki nüfuzu kırılmaya çalışılmıştır. Almanya, Rusya’nın Kafkas bölgesinde takip ettiği politik hamlelerin farkında olduğundan dolayı propaganda yoluna başvurmuştur. Bu konuda Almanya, Kafkasya coğrafyasındaki Türkleri propaganda araçları vasıtasıyla Panturanizm halkası etrafında toplamak için Ruslaştırma politikalarının dünyaya felaket getireceğini yaymaya çalışmıştır. Almanya, Kafkasya’da Rus ordularının kendilerine güçlük çıkaracağını tahmin ettiğinden dolayı ayrıca bölgede Gürcü subay ve askerleri eğiterek onların da ittifak devletlerine askerî açıdan destek olmalarını sağlamaya çalışmıştır.

8. Almanya her fırsatta Rusya’yı Balkanlar ve Kafkasya’dan atmak için uğraşmıştır. En önemli fırsatlardan bir tanesi de Rusya’daki 1917 Ekim İhtilali olmuştur. 1917 Ekim İhtilali ile birlikte Rusya savaştan çekileceğini ilan etmiştir. Birkaç ay sonra Brest-Litovsk antlaşmasının gerçekleşmesi için bir araya gelen devletler arasında, Türk-Alman ittifakı da yer almıştır. BrestLitovsk antlaşması, Türk-Alman ittifakı açısından başarılı sonuçlar vermiştir. Ancak Türk-Alman ittifakı Panturanizm hareketini bir kenara itmiş değildir. Artık Osmanlı Devleti savaşın sonuna doğru Panturanizm hareketini Almanya’dan bağımsız bir şekilde kontrol etmeyi amaçlarken Almanya da böyle bir durumda Osmanlı Devleti’nin bir Turan devletine dönüşebileceğini göz önünde bulundurduğundan dolayı buna karşı çıkmıştır. Bu hususta Enver Paşa, politikalarını Almanya’ya söylemekten çekinmemiştir. Almanya da Enver Paşa’nın bölgede Rusya’dan boşalacak yerlerin Osmanlı Devleti tarafından doldurulmak istediğini bildiğinden dolayı taleplerini kendi menfaatleri açısından tehlikeli bulmuş ve kabul etmemiştir. Böylece Türk-Alman ittifakı Kafkasya cephesinde, Panturanizm’in hamisi olan Osmanlı Devleti ile kontrol sağlayıcısı olan Almanya arasında neredeyse bitme noktasına gelmiştir.

*9.  Brest-Litovsk antlaşmasından sonra Azerbaycan’da baş gösteren Ermeni saldırılarına karşı Enver Paşa tarafından “Kafkas İslam Ordusu” kurulmuş ve komutanlığına Nuri Paşa getirilmiştir. Kafkas İslam Ordusu tarafından Haziran 1918’de başlatılan Bakü’yü kurtarma harekâtı Almanya tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Nedeni ise savaş boyunca Türk-Alman ittifakının maddi açıdan büyük kayıplar vermesidir. Bu kayıpları Azerbaycan’ın yeraltı kaynaklarıyla gidermenin planları yapılmıştır. Ancak Osmanlı Devleti’nin Almanya’dan bağımsız bir şekilde askerî harekât düzenlemesi bu kez hem Almanya’yı hem Rusya’yı rahatsız etmiştir. Böylece Alman-Rus yakınlaşması başlamış oldu. Alman-Rus görüşmelerinde Almanya, Osmanlı Devleti’ni Panturanizm ideali peşinde koşan bir devlet olarak göstermiştir. Aslında Almanya kendisinden bağımsız hareket eden Osmanlı Devleti’nin Panturanizm hedefini Rusya ile engellemek için uğraşmıştır. Nitekim Rusya da Panturanizm’in merkezi kontrolünün Almanya’nın elinde olduğunun bilincindeydi. Rus-Alman yakınlaşmasının asıl amacı Osmanlı Devleti’nin Bakü’deki başarısını engellemekti.

10. Görüldüğü üzere Almanya, bu ideolojik hareketin getireceği büyük potansiyelin farkındaydı. Bu nedenle Almanya, kendi politik ve iktisadi çıkarları çerçevesinde Osmanlı Devleti’ne bir Panturanizm rolü biçmiştir. Bu rol içerisinde Osmanlı Devleti’ne dar bir hareket sahası bırakmıştır. Asla Osmanlı Devleti’nin bu ideolojik hareketin önderi olmasını istememiştir. Çünkü Almanya böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi durumunda tüm Avrupa’nın Türklerin etkisinde kalacağını iyi bilmekteydi. Bundan dolayı da Panturanizm silahını Türklerin eline bırakmamak için çalışmıştır.

(Tez Alman Arşivleri kaynak alınarak yazılmış. Aydın, şöyle diyor: Tez, nitel bir araştırmadır. Tezi destekleyen en önemli kaynaklar Alman Federal Dışişleri Bakanlığı Arşivi (Auswärtiges Amt) ve Alman gazeteleri olmuştur. Bu belgeler ışığında tezin problemleri değerlendirilerek bir sonuca varılmak istenmiştir. Türkiye’de bu konuda çalışanlar arasında 1915 yılında Munis Tekinalp tarafından yazılan Türkismus und Pantürkismus adlı eser önemli yer tutmaktadır. Tekinalp’in eseri araştırmanın temel kaynaklarından bir tanesi olmuştur. Günümüzde ise Mustafa Çolak ve Kadir Kom’un Alman bakış açısından Pantürkizm üzerine kıymetli çalışmaları olmuştur. Her iki kişi de çalışmalarını Alman belgeleri üzerinden yazmıştır. Her ne kadar kullanılan Alman belgelerinin bir kısmı farklı arşivlerde olsa da araştırmanın problemine ışık tutmasına yardımcı olmuştur.)

(Bkz: https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezDetay.jsp?id=a3Zz7GeQFOpLc_MQIH7BLg)

Önce I.Dünya Savaşı Öncesi Yakın Düşünceler Olan Panislamizm, Pantürkizm, Panturanizm ve I.Dünya Savaşı'nı Doğrudan Etkileyen Bu Saydığımız Düşüncelere Geçmeden Önce Weltpolitik'e Bakalım. Alman Kralı'nın Almanya'nın Üstünlüğü Tezine Dayanan Weltpolitik Osmanlı'da Panislamizm, Pantürkizm, Panturanizm Akımları Desteklemiştir. 

Weltpolitik (Almanca anlamı: Dünya Politikası), II. Wilhelm döneminde Alman İmparatorluğu'nun uyguladığı ve Almanya'yı küresel bir güç yapmayı hedefleyen dış politika.

Prusya'nın Fransa'yı yenmesi ve 1871'de Alman Birliği'nin kurulması ile birlikte Almanya'da Otto von Bismarck'ın izlediği iç ve dış siyasette uyum siyaseti etkili oldu.[1] Bismarck'ın uyguladığı siyaset - her ne kadar son zamanlarında sömürgecilik faaliyetlerine dahil olmuşsa da - Almanya'nın Avrupa kıtasının dışına çıkmamasıydı.

Ancak 1888'de 30 yaşında tahta çıkan genç İmparator II. Wilhelm ile 74 yaşındaki yaşlı Şansölye Bismarck özellikle dış politika konusunda anlaşmazlığa düştüler; II. Wilhelm, yüksek ülküleri, dirik ve ilerici nitelikte düşünceleri olan genç bir hükümdardı, Bismarck ise tutucu bir politikacıydı. Almanya, tıpkı 1800'lerin Britanyası gibi, büyük endüstri devleti olma yolundaydı. Wilhelm, bu yola uygun olduğunu düşündüğü yeni ve sömürgeci bir dış politika olan "dünya politikası" (weltpolitik) taraftarıydı ve bu siyaset Bismarck'ın Avrupa içine sıkışık politikası ile çatışmaktaydı. Bismarck'ın 1890'da şansölyelikten ayrılmasından sonra dizginleri eline alan II. Wilhelm politikalarını daha etkili biçimde uygulayabildi.

II. Wilhelm, Weltpolitik siyasetiyle "Batılı büyük devletler'le rekabete başladıklarını resmen ilan etmişti. Nitekim Almanya'nın ilan ettiği meydan okuma belli bir süre sonra etkisini göstermiş ve dönemin önemli emperyalist devletleriyle -özellikle Britanya İmparatorluğu- ciddi bir rekabet patlak vermişti. Başlayan rekabet Birinci Dünya Savaşı’nın koşullarını da hazırlamıştı.[2]

Ayrıca 1905 ve 1911 Fas bunalımları da Fransa lehine neticelenince, Almanya denizaşırı ülkelerde gücünü sabitleyeceği sömürgeler elde edemeyeceğini anlayarak, gözlerini, 19. yüzyıldan beri Batı dünyasının iktisadi çıkarlar aradığı RusyaOsmanlı İmparatorluğuİran ve Çin gibi henüz endüstriyeleşmeyen ve zengin kaynaklara sahip geleneksel imparatorluklara dikti.[1] Lâkin çeşitli nedenlerden ancak Çin ve Osmanlı İmparatorluğu'nda nüfüz veya toprak kazanılabilindi. Kuzeydoğu Çin'deki Jiaozhou Körfezi bölgesi için kiralama yapıldı.

Bismarck’ın uyguladığı Osmanlı politikası, yalnızca Osmanlı’ya silah ihracı yaparak Alman silah sanayisini desteklemek üzerine kuruluydu.[3] II. Wilhelm dönemindeyse hem bu silah ticaretinin hacmi arttırıldı hem de Osmanlı İmparatorluğu üzerinde bir çeşit nüfuz bölgesi oluşturulmaya çalışıldı. Bu nüfuz bölgesi ise en çok Bağdat Demiryolu Hattı ile somutlaşıyordu. Rusya İmparatorluğu, hem Osmanlı ordusunun modernizasyonu hem de boğazların Alman egemenliğine geçmesinden ürkerken, İstanbul’dan Bağdat’a, hatta oradan da Basra’ya kadar uzatılacağı söylenen Bağdat demiryolu hattı ise Britanya tarafından Hindistan ticaretinin güvenliğine ilişkin fazlasıyla kayda değer bir tehdit olarak algılandı.[4]

Ayrıca

[değiştir | kaynağı değiştir]

Kaynakça

[değiştir | kaynağı değiştir]

  1. a b Orhan, Sibel (5 Aralık 2018). "Alman İmparatoru II. Wilhelm'in Weltpolitik Siyaseti Çerçevesinde Osmanlı Topraklarını İkinci Ziyareti (1898)". Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi. 7 (5). s. 652. 28 Haziran 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 28 Haziran 2022.

  2. ^ Birdişli, Fikret (Kasım 2019). "Alman Stratejik Kültürünün Dönüşümü ve Almanya'nın Uluslararası Politikaya Proaktif Katılımı". Güvenlik Bilimleri Dergisi. 8 (2). s. 366. 14 Mart 2020 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 28 Haziran 2022.

  3. ^ Çolak, Mustafa (2014). Alman İmparatorluğu’nun Doğu Politikası Çerçevesinde Kafkas Politikası (1914-1918). Türk Tarih Kurumu. s. 52.

  4. ^ Ortaylı, İlber (2020). Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu. Kronik Kitap. s. 117. ISBN 9789752430372.

Bu Hafta'nın 1. Sayı'sı

Panislamizm, Pantürkizm, Panturanizm

ÖNE ÇIKAN HABERLER

2023 yılından beri lider bir Haber Dergisi olan Dervişin Zikri, dünyanın her yerinden çok çeşitli haberleri devamlı olarak okurlarına iletmektedir. Ekibimiz öncü sektörel uzmanlardan oluşmaktadır. Tüm gelişmelerden anında haberdar olmanızı sağlamak için daima elimizden geleni yapıyoruz. Aşağıda yer alan en son haberlerimize bir göz atın.

Kentsel

200 TL'nin Tragedyası

Dolar 27 Lira’yı geçti, seçimden sonra hızla yükseldi. Asgari ücret ise 13.414 Lira. Enflasyon ise ENAG'a göre %128 seviyelerinde. TÜİK'e göreyse geçen yılın Ağustos ayına göre %58,94 gerçekleşti Ağustos ayı enflasyonu. 

200 Lira, en yüksek para nakit olarak. Bu da 200 Lira’nın varoluşuyla gelen tragik hatası. Ama ne yapabilir, yazgısı bu, TL Ailesi’nde basılan her son para gibi. Borcunuz milyarlar bile olsa vereceğiniz para 2oo Lira’lardan oluşuyor en fazla nakit olarak. Haklılığında ısrar tragik hatayı getirir. Sonunda Kreon kazanır. Tragedya Kreon’un kazanmasıyla biter. Bu kazanım aslında Kreon hayatta kalsa bile tragik kahramanın ölümü ve Kreon’un aslında sevdiklerini kaybedişiyle başka şekilde ölüşüdür. Katarsise gelince hepimiz 2oo Lira’yla özdeşleşmiş durumdayız, alım gücü 50 Lira seviyesinde olsa da. Ceza alması, 200 Lira’nın ölümü vatandaşın sağalmasını sağlayacak. Elindeki en büyük para ölmüş, yerine 500 Lira geçmiş olacak 200 Lira’nın bir zamanlar ki değeriyle.

Sanki, Antigone 200 Lira. Savaş meydanında ölen 100 ve 50 Lira’ların (kardeşlerinin) gömülmesini istiyor. (Cenaze törenini hak edemeyen bir para olabilir mi? Her para, kutsal olduğu için gömülmelidir.) Kreon Erdoğan ise, karaborsa, devalüasyon, dış güçlerle (sık sık vurguladığı gibi), 5-10 Lira değerine düşen 50 ve 100 Lira’yı savaş meydanında kurdun kuşun parçalayarak yemesine bıraktı. TL’nin TC tarihi boyunca ABD Doları’yla ilginç yazgısı, 200 Lira’nın da peşini bırakmıyor. 200 Lira sonunda intihar edecek. Üstelik Kreon Erdoğan’ın 500, 1000 Lira’yı basmak istememesi yüzünden hepten ölecek.

Antigone’yi hatırlayalım. Antigone’ye Kreon’un oğlu aşıktır ve nişanlıdırlar da. Başlangıçta Antigone’yi savunur, umutsuz bir geri dönüş cezasından istemiyle Kreon’la konuşur. Kardeşinin gömülmesini isteyen Antigone tek başına bir mağaraya kapatılıp ölüme terk edildiğinde intihar eder, Kreon’un oğlu da. Ekonomi Bakanı Mehmet Şahin de, Maliye Bakanı olarak enflasyonun düşme sözünü veremese de, Erdoğan Ekonomisi’nden dönmeye çalışarak TL’yi kurtarmaya çalışmaktadır. 200 Lira intihar ettiğinde, ki bir mağarada tek başına ölüme terk edilmiştir, Mehmet Şahin de intihar edecektir kaçınılmaz olarak. Kreon Erdoğan, 200 Lira’nın üzerini para basmamakta ısrar edişinden vazgeçtiğinde 200 Lira da yoktur, Mehmet Şahin de.

200 Lira, canlıyken Hades’e gönderilen ilk ölümlü paradır 21 yıllık AK Parti tarihi içinde. Henüz hayatta ve Kreon’la kavga etmektedir.  Bir tarih vermek gerekirse 1-1.5 yıl içinde intihar edecektir. Tanrıların buyruğunu yerine getirdiği için mutludur ama ölüm kolay değildir. 100 Lira’nın yerini almış, gömmüştür bir anlamda 100 Lira’yı ve 50 Lira’yı çoktan. Bu Kreon tarafından affedilmez. Kaçınılmaz olarak 50 Lira değerine düşen 200 Lira, 20-10 Lira değerine düştüğünde ve bunu koruduğunda, TL Aile’sinin yazgısını yaşayacaktır. Kavga 1-1.5 yıl daha sürer, sonra oyun biter. Karaborsacılar, dış güçler artık rahat edebilir. Seçim erken olmayacaksa da bir yenilgi yaşayacaktır Kreon Erdoğan.

pembe duman

Okçu Ustası Kılıçdaroğlu

Bir arkadaşım anlatmıştı bu fıkrayı: En iyi okçu ustası ok atmayı bilmeyendir. Fıkra burada bitiyor.  Kılıçdaroğlu da ‘Sağ mı kaldı, sol mu kaldı’ değişiyle ok atmayı bilmeyen en iyi okçu ustası oldu. Eğer işçinin emeğini almasında, hakkının hayata geçirilmesinde sorun varsa, sol da sağ da söz konusu. “Hak, hukuk’tan bahseden Kılıçdaroğlu, işçi sorununu da unutmuş görünüyor. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı, Aristoteles gibi söylersek “En iyi sendika göklerdedir’le çözülemiyor. Kapıcıları örgütlemeyi düşünen Kılıçdaroğlu muhbir mi bilinmez ama, ülkücü, İslamcı sendikalar da göz önüne alındığında fişlenmiş vatandaş öneriyor halka. Ayrıca “Devleti milletin denetleyeceğini” söyleyerek ve vadederek yabancı ülkelerin de kaçınılmaz olarak TC’yi denetleyebileceğini söylemiş oldu. Şeffaf devlet değil halk tarafından denetlenen devlet, devlet sırlarının ifşası, Kılıçdaroğlu’nun seçim vaatlerinden biriydi.

AB, Amerika Komisyonları, Gençlik ve Kadın Kolları’ndan oluşan CHP, bu haliyle lümpen parti. Geriye faşist olduğunu ilan etmek kaldı.

Ne olacak CHP’nin hali. Altı oku olan, sürekli devrim ilkesini sağ mı kaldı sol mu kaldı’yla ortadan kaldıran Kılıçdaroğlu işçi, köylü ve memur’dan oy istedi. 8’li masa da oldukça ilginçti: Asena ve DYP’li Meral Akşener’in İYİ Parti’si, DYP, Mühendis olup Ekonomi de Yüksek Lisans yapınca en iyi ekonomist olan light motif, sürekli önümüze gelen, kişi başı hasılanın 1o.ooo Dolar oluşuyla Babacan yani DEVA ve utanmadan düşük profilli Başbakan dedikleri Davutoğlu yani Gelecek Partisi ve 28 Şubat’ta tankları yürüttükleri bir zamanların Refah Partisi’nin ve Sivas Katliamı sırasında Belediye Başkanı olan Karamolloğlu, Yeşil Sol Parti ve Suriyelilerin gönderilmesini isteyen, beyanatlarında ötekiye düşman, havadan nem kapan Zafer Partisi.

En iyi okçu ustası Kılıçdaroğlu ise ok atmayı bilmemesine rağmen seçimleri yine kaybetti. Bir zamanlar ulusalcı olan kanat yokken, sosyal demokrat kanat da -ki öyle biliniyor parti olarak- CHP’yi terk etti ihraçlarla ve küskünleşerek ve Ülkü Ocakları Eski Başkanı’nın da üye olduğu parti oldu. Sosyal Demokrat mı kaldı, Atatürk mü kaldı diyerek, oku olmayan okçu ustası Kılıçdaroğlu 2023 seçimlerinden yenildi ama zaferle ayrıldı. CHP’nin oyu %28’lere yükseldi, ki TBMM’ye giren milletvekili oranı %21’di bir önceki seçimde. Eski oy oranı %25,06’yı hatırlayacak olursak %3 puanlık artış, Kılıçdaroğlu’nun ok atmayı bilmemesinden kaynaklanıyor. Ambleminde 6 oku olan CHP, ok atmayı bilmeyen Kılıçdaroğlu’yla %3 puan yani 1.5 milyon insanı etkileyerek yükseldiyse, CHP biraz daha ne yaptığını bilmez olduğunda kesin seçimi kazanacaktır. Belediye Seçimleri’nde Belediye Başkanları yarışacağı için belediyelerini korusa da bu genel seçimler için bir şey söylemek, bir 5 yıl sonrası için projeksiyon yapmak doğru olmaz. Biraz daha saçmalaması 2028 seçimlerinde beklediğimiz şey. Kolay gelsin Kılıçdaroğlu.

Gelecek Sayı
Ezilen Kadınların Öfkesi
Gericiliğe Bakış ve İslam Aydınlanması
Gelecek İç Savaş mı, Askeri Darbe mi Geliyor
Kitap Tanıtımları
Ahmet Ümit'in Yazarlığı
Politik Fıkralar
Pratik Yemek Tarifleri, İçki ve Meze Yapımları

 

Editör'den Birkaç Söz... 

Sona yaklaşmış bulunuyoruz. Çağ; savaşlar, emeğin düşük satın alındığı enflasyonların çok olduğu bir çağ. Mutlu günler yaşadıysak da artık eskide kaldı. Çalışma yaşamı, ekonomik ağır yük, ders yükü genç kuşak için, orta yaşlılar için  çocuklar... Mutluluk uzak. Çocuklar bile güldürmüyor bizi. Devrim yapmanın sırası. Bunu fısılda. Birine, birilerine "Devrim yapmanın sırası" de. Arkadaşlarınla devrim yap, sonra milyonlar birleşir belki. Bunun şaka olmadığını bil. Gül, para harca harcayabiliyorsan bu ekonomik koşullarda, paylaş. Çalış ve çalışmayı bırak kendi isteğinle. Bir iş yerine 350 kişi başvursa da çalıştığın iş yerinde onursuz bir iş yaşamı varsa ve hakların çiğneniyorsa gemileri yak. Tembel olmayı seç. İnsanlara yardım et. Özgür olmayı düşle. İşçilerle omuz omuza ol ve bir zamanlar işçi olduğunu unutma biraz durumun düzeldiğinde -nasıl'ı olur-, sonra yine işçi olacağını… Kaç alabildiğince… Yanına kitap, dergi, gazete almayı unutma kaçarken. Ve bizim yanınızda olduğumuzu... 

Saygılarımızla,

Dervişin Zikri haber Dergisi Editörü

Reading the Paper

DERVIŞIN ZIKRI HABER DERGİSİ

Bu Haber Dergisi üzerinde çalışmaya tek bir hedefle başladık: Okuyuculara en sevdikleri konularda iletişim kurabilecekleri bir platform sağlamak. Kapsayıcı olmaya ve kişisel veya profesyonel ilgi alanlarınızla ilgili konulara odaklanmaya çalışıyoruz. Özel hikayeleri doğrudan kaynağından sunmak için aralıksız olarak çalışıyoruz Özenle seçtiğimiz yazılara aşağıdan göz atın.

İLETIŞIM

X Cad. Y Sok. World

-

News Cameras
  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter
  • YouTube
  • TikTok
bottom of page